🔍 Film İncelemeleri

Anayurt Oteli – Zebercet’in Hüzünlü Hikayesinin Hukuk ve Vicdan Muhakemesi Açısından İncelemesi

Konuk yazarımız Beykent Üniversitesi akademisyenlerden Yrd. Doç. Dr.
Cengis ASİLTÜRK oBiçimSinema için yazdı

“Hiçbir hukuk kitabı benim vicdanımdan daha yüce ve daha güvenilir değildir”

Bir tarafta önemli bir roman: Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanı…

Bir tarafta ise çok önemli bir film: Ömer Kavur’un Anayurt Oteli filmi.

Bir tarafta dış-dünya gerçekliği: Anayurt Oteli’nin müşterileri, gelip gidenler, otelde yaşananlar, iş adamları, sinema oyuncuları, hep aranmayı sorulmayı bekleyen yaşlı adam, berber, sokaktakiler, çamaşırcı/ortalıkçı kadın, arayıp sormaz olan dayı, gecikmeli Ankara treniyle gelip bir görünen bir yok olan bir kadın.

Bir yandan roman ve filmin kahramanı Zebercet’in (Macit Koper) kafasının içindeki dünya, onun yalnızlığı, sarsılan ruh halleri, sanrıları, dış-dünyayla çoğu zaman çakışmayan şizofren hali… Gecikmeli Ankara treniyle gelen, gerçekken birden Zebercet’in zihninde düş ve rüyalar âlemine ait olarak kendi görünmese de, otelde hayali yaşamaya başlayan gizemli kadın (Şahika Tekand).

Ortada roman uyarlaması; olağanüstü atmosferi ve Türk sinemasının gelmiş geçmiş kuşkusuz en önemli yönetmeni Ömer Kavur’un sinema diliyle kurulmuş sarsıcı bir film ve kafkaesk bir kahraman var.

Önce roman ve film ayrımı…

Bir roman filme uyarlandığında o romanı okumuş, sevmiş okuyuculara düşen görev; sinemaya gitmek, filmi film olarak izlemek ama “romanın tadını filmden alamadım” demek değildir. Roman, yazıyla serüven/hikâye anlatılan başka bir yapıdır. Onda serimler, yüzler, olaylar, manzaralar sözcüklerde, tümcelerde, paragraflarda, romanın sekanslarındadır.

Söz konusu roman filme aktarıldığında, o yapı artık, “hikâye anlatıcılığı” geleneğinin (beden dili anlatımından, sözlü anlatımdan, yazılı anlatımdan çok sonra…) son halkası, en gelişmiş biçimi olan sinematografiyle, sinema diliyle anlatılmış görsel bir yapıdır: Film. Bu ikisi, yani roman ve sinema bir hikâye anlatım aracı olarak bir ve aynıymış gibi görünse de; öz itibariyle farklıdırlar. Roman yazınsal bir anlatıdır sinema tamamen görsel… Dolayısıyla bir roman sinemaya uyarlandıktan gayri roman olmaktan çıkar, başka biçimin (formatın) içeriğine dönüşür. Çünkü senaryo yazınsal/edebi bir tür değildir. Senaryo bir sanat yapıtı da değildir.

1987’de Anayurt Oteli Vizyona Girer

Türk edebiyatının özgün yazarlarından Yusuf Atılgan’ın, Anayurt Oteli adlı romanı, Ömer Kavur tarafından senaryolaştırılıp sinemaya uyarlandığında yıl 1987’ydi. Üniversite birinci sınıf öğrencisiydik. Filmi izledikten sonra ilk işim çantayı sırtıma atıp film mekânını görmeye gitmek oldu. Otel olarak yapılmadığı halde sonradan otele dönüşecek olan konak, Manisa’nın önemli bir ilçesi olan Nazilli’de. Nazilli’nin en civcivli caddesinde… İstasyonun hemen karşısında, Ankara palas Oteli

Daha öncesinde sahibi Demirci Mehmet Efe’ymiş. Otele önce bir demir kapıyı, ardından da camlı ahşap kapıyı geçerek giriyorsunuz bu otele. Filmde son derece kasvetli bir halde gördüğümüz otelin bir bodrum katı, sonra bir giriş katı ve üzerindeki birinci katı mevcut. Filmde üst kata soldaki merdivenlerden çıkılıyor, sağdaki merdivenden iniliyor. Kamera giriş kapısında durduğunda merdivenin görüntüsü bu.

Zebercet karakteri için, daha sonra Abdülhamit Düşerken adlı filmde Abdülhamit’i canlandıran Çetin Öner’in adı geçtiyse de, onu canlandırmak ve ölümsüzleştirmek için şans Macit Koper’e gülmüştür. Ortalıkçı kadını canlandıran Serra Yılmaz röportajında “Anayurt Oteli romanı Ömer Kavur tarafından filme alınacak diye duyduğumda, tamam işte ortalıkçı kadını da bana teklif edecek diye düşündüm” demektedir.

Antalya Altın Portakal Film Festivalinde En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleri de verilen Anayurt Oteli, Venedik Film Festivali’nde ve İstanbul Film festivallerinde de ödüle layık bulundu.

Herhangi bir roman filme uyarlanırken farklı birkaç sonuç ortaya çıkabilir

1) Romandan ödün verilmez, dolayısıyla romanın salt hikâye/serüven düzlemi filme yansıtılır, ama sinematografik yapı ortaya çıkartılamaz. O filmin biçimsel düzlemi romana uygun yapıda kurulamadığı için, romanın lezzeti ve atmosferi ortadan kaybolur.

2) Çok başarılı bir sinematografi yapı kurulsa da, filmde romanın salt sinopsisi/özeti gözlenebilir. Böylece bir romandan yola çıkılmış, ama salt genel hikâye filme aktarılabilmiş olur. Böyle bir film de roman uyarlaması olarak tanımlanamaz.

3) Sinematografik açıdan başarılı bir film ortaya çıkartılırken; romanın doğasından, renginden, hikâye kurgu yapısından (ki, çoğu zaman senaryo kurgu yapısıyla çakışmaya da uygundur), atmosferinden, biçeminden, karakterlerin doğasından, mekânlardan, evrensel ya da uzaysal zamandan roman/film zamanı yaratılmasından, zaman akışından, olayların yansıtılmasından ödün verilmemiştir.

Ömer Kavur da, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı romanında yazılarda gizli duran görseli, kişileri, atmosferi, ışığı, rengi, hareketi, bakış açısını, duyguyu ve mekânları üçüncü maddede tanımlandığı gibi aslına uygun biçimde kurmuştur. Dolayısıyla o roman-yapıdaki film-yapıyı oradan itinayla almasını bilmiştir. Filmi kurarken, hikâyeyi tabi ki yorumlamış, ama aslına ve sinematografik dile sadık kalmıştır.

1960’larda geçen roman dönemini öyle ustalıkla 1980’ler biçiminde canlandırmıştır ki, hiçbir okuyucu buna itiraz etmeyi aklından geçirmemiştir. Otele gelen kuşku uyandıran adamlar, yer yer göze batması ustaca sağlanan gazete manşetleri, sokaklardaki insanların tedirgin mutsuz hali, meyhanedeki tutuklama, işsizlik, kasvetli atmosfer bakımdan film ipuçlarıyla doludur.

Zebercet Kimdir? Olsa olsa bir otel katibidir

Filmin kahramanı Zebercet daha filmin jenerik sekansı sonrasındaki ilk planda, yani otel kapısından jenerik öncesinde giren kadının karşı açısı olarak görünen planda sözlerine “Adım Zebercet. Zebercet. Bu otelin yöneticisiyim. 28 Kasım 1950’de doğdum. Yedi Aylık… Annem kırk dört yaşındaymış o zaman. Babamdan büyük… Dört düşük yapmış bana kadar. Sünnet olduğum yaz öldü. 1960’da… İlkokul üçteydim… Orta ikiden ayrıldım, bir süre aylak dolaştım. Sonra askerlik… 71’de terhis oldum… Babam, birkaç yıl önce öldü… Oteli ben yönetiyorum. 80’den beri… Sorumluk isteyen bir iş… Adım Zebercet… Oysa ben, sizinkini bilmiyorum. Gecikmeli Ankara treniyle geldiniz. Üç gün önce… Kaydınızı yapamadım… Adınızı söylemediniz. Döneceğinizi biliyorum, gittiğiniz köyden… Hacırahmanlı’dan… Bir haftaya kadar dönerim dediniz” diye başlayıp, tüm geçmişini açık eden Zebercet hakkında herhangi bir gizem söz konusu olmadığı halde; izleyici, onun karanlığa, bir uçuruma doğru sürüklendiği serüveni merakla izler.

Zebercet oteldeki görevini hayalet gibi yapan, derinliksiz bir karakterdir. Hayatı son derece monotondur. Yaşadıkları ve izleyicinin gördükleri dışında, hayatının merak edilecek hiçbir yönü yoktur. Cinsel takıntıları vardır… Bulunduğu hiçbir toplumsal çevrede, okulda (ki, ortaokul ikiden ayrılmıştır), askerlikte kabul göremediği için hayatın dışına itilmiştir. Ait olduğu bir çevre, bir dünya, bir mekân yoktur. Her yerde ve çalıştırdığı otelde dahi iğreti durmaktadır. Atılgan’ın romanında onun o durumu çeşitli olaylarla gerekçelendirilmiş olsa bile filmin başından itibaren salt duruş, kasvetli otel atmosferinin içindeki konumlanış, bir suça, intihara, ölüme, cinayete doğru kayıp gidişi görülür, hissedilir.

Zebercet ve hukuk dışı kuralları

Zebercet’in filmde izleyicinin hiç tanık edilmediği ve gecikmeli Ankara treniyle gelen kadınla karşılaşıncaya kadar yaşadığı sıkıntılı ruh halleri yönetmen tarafından süreç içinde izleyicilere sezinletilir. Film başladığında Zebercet’in ruh hali artık doyum noktasına gelip dayanmıştır. İşte tam bu doruk noktada (cross-line), otele gelen gizemli kadın, Zebercet’in sonu baştan belli serüvenini hızlandırır. Böylece, hayat boyu ezilmiş Zebercet, kendi hukuk dışı kurallarını uygulamaya başlar. Hem inanç, hem toplumsal, hem de hukuken büyük bir suça doğru yuvarlanmaya başlar.

Film başladığında karşımızda bulduğumuz Zebercet, film başlamadan önceki hayatında kalan döneminde, kendini toplumdan soyutlamıştır. İzleyici onu o halde bulur. Dolayısıyla Zebercet’in çevresiyle iletişimi ve ilişkisi oldukça sınırlıdır. İçine kapanmıştır. Otelde ortalıkçı olarak çalışan Zeynep’le dahi ilişkisi sınırlıdır. Kendisi bu yaşam tarzını organize etmekte ve uygulamaktadır. Zeynep uyurken onunla cinsel ilişki yaşamaktadır. Zeynep’in (Serra Yılmaz) dayısı otelde çalışması için getirdiğinde, farkında olmadan bir ipucu vermiştir: “Uykusu ağırdır” demiştir. Dayı, belki bilinçli olarak bu bilgiyi vermiştir… Bu konu daha derinlikli çözümlemelere açıktır.

Filmin jenerik öncesi sekansında otele gelen (ve daha sonra Gecikmeli Ankara Treni ile geldiğini öğreneceğimiz) gizemli kadın, otele tekrar geleceğini söyleyerek Hacırahmanlı köyüne gittikten sonra Zebercet beklemeye başlar. Ömer Kavur’un “sinemadaki babamdır” dediği İtalyan yönetmen Antonioni filmlerinde kaybolan kadınların gizemini çağrıştıran bu kadın, gönderme yapılan Michelangelo Antonionu filmlerindeki kadınların yazgısına bağlı kalacaktır. Böylece Zebercet otelin kasvetli ortamında yok oluş yolculuğuna çıkmaktadır.

Gizemli kadının gelmeyeceğini kabul etmeye başlayan Zebercet, kafasında kurduğu karanlık dünyaya hızla yuvarlanmaya başlar. Önce ortalıkçı kadınla (onu ilk kez uyandırıp) sevişir. Bu yine tek taraflı bir eylem olsa da kadın bu kez uyanık ve olup-bitenin farkındadır. İstemediği bir olaya maruz kalırken Zebercet’in girişimini engellemese de eyleme katılmaz. Adam işini bitirirken “hoşt köpek” demekle yetinir.

Hayatı boyunca aşağılanmış olmanın Zebercet’in benliğinde açtığı yara kapatılamaz bir hale gelir. Horoz dövüşü tutkusu, sinemada izlediği şiddet içerikli film, sokakta tanıdığı bir delikanlıyla nedensiz dostluğu, gizemli kadına yönelik hastalıklı arzuları… Zamanla her şeye yabancılaşır. Otele müşteri kabul etmemeye başlar. Zeynep ile yeniden birlikte olmak ister, ama onun sürekli uyuması, kendini adam yerine koyup karşılık vermemesi karşısında öfkelenir. Onu uyandırmak isterken birden çıldırır. Kadını boğar öldürür. Ardından kediyi öldürmek ister. Kedi alnından tırmalar, kaçar. Zebercet, üst katta bulduğu kediye sinsi sinsi yaklaşır. Onu ensesinden tutarak etkisiz hale getirir. Ardından da tavayla ezip öldürür. Kedi ölüsünü bahçeye atar.


Otel fişlerini götürdüğü karakolda cinayetle ilgili zabıt tutulmaktadır. Bu Zebercet’in ilgisini çeker. Polis fişleri bırakıp gitmesini söylediği halde büyülenmiş gibi olayı takip eder. Kendini kendi vicdanında yargılamaya başlamıştır. Zaten hemen sonraki sahnede meçhul kadının gittiği köyden iki adam gelir ve kadının bıraktığı kırmızı ve siyah çizgili sarı havluyu almak ister. Zebercet havluyu görmediğini söyler; adamlar havluyu almadan gitmeyecektir. Zebercet, havludan haberi olmadığını söylerken, adeta suçlama karşısında (işlediği cinayet nedeniyle) kendini savunur halindedir. İşte kendini savunmaya başlamıştır. Bu savunması mahkemedeki bir şüphelinin halini çağrıştırır. İkinci kata çıkarlar. Havlu oradadır. Adamın “hani havlu yoktu” demesi, adeta “hani cinayeti sen işlememiştin” demek gibidir.

Havluyu alan köylü, arkadaşına bahçeden çamaşır ipini getirmesini söyler. Çamaşır ipiyle onu bağlayacaktır. Zebercet iki köylüye direnmeyeceğini ama kendini bağlamalarının mümkün olmadığını söyler, bu durumu da şöyle açıklar: “Birileri gelip akşam olmadan beni bulur. Sizi buraya baytarın gönderdiğini biliyorum. Jandarmalar baytarı bulur. Baytar sizin yerinizi söyler.”

Zebercet böylece kanun ve adalet yoluyla kendini koruyabilecektir ama içinde büyük bir muhakeme daha sürmektedir. Zeynep’i öldürmüştür ve jandarma peşine takılacaktır. Kediyi öldürmüştür, Tanrısal bir adaletten kurtulması mümkün olmadığı için de büyük bir vicdan azabıyla kıvranmaktadır.

Adamların onu bırakıp gitmesinden hemen sonra oteli polis basar. Zebercet bunun, ortalıkçı kadınla ilgili olduğunu sanır, ancak polisler daha önce bu otelde kalan yaşlı adamı aramaktadır. Polis sorgular. Suç, sorgulanma, muhakeme, savunma, vidan… Hem dünyevi, hem vicdani bir süreç başlamıştır. Ardından sokakta beyaz eşya satılan mağazanın önünde dikilir. Oradaki bütün televizyonlarda aynı film oynamaktadır. Filmde bir adam bir kadını, kendisinin ortalıkçı kadını boğduğu gibi boğmaktadır. Ardından ayakkabısını boyatırken, elleri kelepçeli bir mahkûmun sorgulanmaya getirildiği görür.

Ardından bir mahkeme salonuna gider ve kendisiyle ilişkisi olmayan duruşmayı takip eder. Öldürülmüş bir gelinin davası görülmektedir. Bu konudaki görgü tanıklarının sözleri raporu okunmaktadır. Okuma işlemi bitince hâkim mahkûmiyeti başlayacak kişiye yönelik “ayağa kalk” deyince, deminden beri katille bakışıp duran Zebercet ayağa fırlar. Hem katil, hem de Zebercet ayaktadır. Salondaki dinleyicilerden biri Zebercet’e döner “senin kalkman gereksiz” der.

Zebercet ezilmiş bir halde yerine oturur. Hâkim katili sorgularken, Zebercet, “kıstırmışlar seni” diye mırıldanır. Tüm tavırlarıyla kendini duruşmaya dâhil saymaktadır. Hâkim katile yönelik, “babası kızının üstüne erkek sinek kondurmadığını söyledi” deyince, Zebercet “babası mı, babası çoktan ölmüştü” diye mırıldanır. Muhakeme ortamına tümden adapte olmuş ve sorgulandığını varsaymaktadır. Hâkim, “anlatmazsan kötü olur senin için, söyle neden öldürdün onu der. Zebercet “bilemiyorum. Nedensiz olamaz mı” der. Ardından da savunmasını gerekçelendirmeye çabalar.

Vicdani muhasebesi ve yaşadığı sarsıcı ruhsal hali, yalnızlığına çare bulamaması onu kendini asmayı planlamaya götür. Onu bekleyen hazin bir sondur. Zebercet’in intiharıyla, Anayurt Oteli adlı film sona erer.

Dış dünyada yaşanan olaylar, kimi zaman mahkeme salonlarında aranan hak, vicdan muhasebesi ölçüsünde süren bir hikâyenin anlatıldığı Anayurt Oteli, aradan geçen zamana karşın değerinden hiçbir şey kaybetmemesini, insanın sınanması ve muhakeme üzerine bir film olmasına borçludur, zira insanın olduğu yerde yargılanma ve vicdani muhasebe vardır.


Yrd. Doç. Dr. Cengis ASİLTÜRK kimdir?

10 Ekim 1968, Adana doğumlu senarist, yönetmen ve akademisyen. Sinemada Diyalektik (Yaratıcı Kurgu) adlı teziyle Yüksek Lisans, Sinemada Şiirsel Anlatım adlı teziyle Doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve çeşitli kurumlarda sinema (senaryo, yönetmenlik, göstergebilim, film çözümlemesi ve belgesel film) dersleri vermiştir.

TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğünde (1999-2007) çalıştı. Esir Şehrin İnsanları (Y: Cafer Özgül), Sanatçının Ölümü (Y: Tülay Eratalay) Beş Kollu Avize (Y: Ömer Kavur), Patroniçe (Y: Ömer Kavur), Koltuk (Y: Ömer Kavur), Şaşı Felek Çıkmazı (Y: Çağan Irmak) adlı TRT filmlerinde yönetmen yardımcısı olarak görev almıştır.

Tüm filmlerinin senaryolarını yazıp, yapımcılığını ve yönetmenliğini yapmıştır. Birçok ülke festivallerinde gösterilen (kısaltılmış Uzun) filmleri çeşitli ödüller almıştır. 2006-2008 yılları arasında Sinema-TV (Türkçe) Bölüm Başkanlığı yaptığı Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde halen öğretim üyesidir. (kaynak: kameraarkasi.org)

Paylaş
Yazar
Konuk Yazar