Dokuz yıl… Dile kolay buluşup buluşmadıklarını öğrenmek, neler olduğunu görmek için beklenen 9 yıl. Ve önceki filmin sonunda gördüğümüz yaşanmışlıklarla bezeli sokakları geziyor kamera. İçini dolduramıyoruz. Ama dolacağını anlıyoruz. Bu kez fonda Paris eşlik ediyor çiftimize. Ve bir kitapçıda Viyana’da aşık olduğu kızla hikayesini yazdığı kitabının imza gününde kadının biri soruyor:
– Gerçek hayatta trende tanışıp geceyi birlikte geçirdiğiniz genç bir Fransız kadın var mıydı?
– Bu önemli değil.
– Yani bu bir evet…
Bir başka adam:
– Birbirlerine söz verdikleri gibi 6 ay sonra tekrar bir araya geldiler mi?
Aslında herkesin cevabı kendine. Çünkü kitapta Jesse cevap vermemiş. Ama herkes aşka inanmak ister değil mi? Yani bence buluşmuşlardır diyorum içimden. Kısa bir süre sonra birlikte dolaşırlarken, 19:30 da Amerika’ya giden bir uçağa yetişmek için kısıtlı zamanı olan Jesse’ye Céline sorana kadar bu bir sır olarak kalır.
– Aralıkta Viyana’ya gittin mi?
– Hayır.
der Jesse. Rahatladığını anlatır Céline, 16 Aralık’ta uçağa binmeden hemen önce büyükannesi ölmüştür ve bu yüzden gidememiştir. ”Nasıl yani?” diye düşündüğümü hatırlıyorum ilk seyrettiğimde. Nasıl olur da gidemezler. Ben 9 yıl bekledim gittiklerini duymak için. Hatta biraz gıcık oldum filme. Ama kısa bir süre sonra aslında Jesse’nin gittiğini öğrenince yeniden kendimi içinde buldum. Richard Linklater yine bizi sıcacık tutacak 1 saat 20 dakika hazırlamıştı. Bu sefer filmin başında bize gösterdiği mekanlarda senaryo akmaya başladıkça zaman ve kaderi tekrar sorgulamaya başlıyordunuz. Ne biliyor musunuz? İnsanların sadece görünüşleri yaşlanmıyor. İsteklerimiz yaşlanıyor. Hayallerimiz yaşlanıyor. İstememeyi becersek; her şey iyiymiş gibi davransak; daha mutlu oluruz sanıyoruz. O eski heyecanları özleyip, iç geçirerek standartlaştırdığımız hayatımızın üstüne battaniye çekip ayaklarımızı uzatıyoruz.
”Biz seks bile yapmadık” diyor Céline parkta yürürken. Senin prezervatifin yoktu ve bu yüzden yapmadık. Haydaaa isminde bir fil geçiyor üzerimden o an. Nasıl lan ben yazdım daha geçen gün sabah üstünde tişörtün yoktu. Sevişmediler mi yani? Jesse şaşkındı. Hatırlamıyordu işte. Ama bütün gece sokakları dolaştıklarını, birbirlerine bir gecede aşık olduklarını hatta hemen her detayı hatırlıyordu Céline. Kadınlar böyledir işte klişe cümlesini yapıştırdım şuraya evet. Az sonra ”bugün son günümüz olsaydı ne yapardık?” sorusuna ise erkeğin cevabı: ”Bir otel odasında sevişiyor olurduk”. İlk filmde 9 yıl öncesine göre farklı bu insanlar. 30’lu yaşlara gelmişler. O zaman havada dolaşan sihir yine var. Ama eskisi kadar belirgin değil. İnsanlar büyüdükçe bir şeyi daha kaybediyorlar sanırım. Masumiyeti.
Filmi seyrederken biri bir başkasıyla konuştuğu anlarda, ya da sessizlik anlarında diğerine bakanı seslendirirken buldum kendimi. Mesela turist teknesiyle Paris’i gezerlerken: onu alıp havaalanına götürecek şoförüne bir sonraki durağa gelmesini söylerken Jesse’ye minik bir bakış atan Céline’in yerine ben gitme diyorum. O diyemiyor.
Bir kestanenin ağaçtan düşüşünü ve yuvarlanışını seyretmekten keyif alan bir kadın 9 yıl önce ayrılırken sakalınızdaki kızılların güneşte parladığını hatırladığını söylediğinde ne hissederdiniz. Peki yaşadığınız geceyi kitap haline getirmiş bir adam bu kitabı sizi bulmak için yazdığını söyleseydi? Hatta evliliğinin, o gün tren istasyonuna gelmeyen bir kadın yüzünden aşka inanmaktan vazgeçtiği için en iyi seçeneği değerlendirmekten başka bir şey olmadığını söyleseydi. Hatta düğününe bile giderken 13. Cadde ile Brodway köşesinde onu gördüğünü sandığını ve bunun bir işaret olduğuna inandığını. Ya büyükannesi ölmeseydi. Ya bir kaç gün sonra ölseydi. Céline gelseydi. Hayatları başka türlü olacaktı. Kadere inanmıyor muydu Céline?
– Ben o tarihlerde 11. Cadde ile Brodway köşesinde oturuyordum, der Céline.
Arabada Céline delirir. Kitabı okuyana kadar gayet normal olduğunu anlatır. ”Hayatımdaki bütün romantizmi o geceye sığdırdım. Gençken o gece ne kadar romantik ve umutlu olduğumu hatırladım. Ama sonra özellikle kitabı okuduktan sonra sanki aşk bana göre değilmiş gibi gelmeye başladı. Yıllar sonra Paris’e geliyorsun. Çok romantiksin ve evlisin” der. İsteyip, özleyip yaşayamadığımız, cesaret edip söyleyemediğimiz her şeye lanet eder gibidir. Yılların götürdüklerini durup nefes almadan veya bir işaretle karşılaşmadan fark etmek mümkün değil gibi. İnsanlar içte değişmez aslında. Unuturlar sadece daha naif olan şeyleri. Ben kendime döndüğümde görüyorum. Ve sıkılıyorum bu halimden.
Araba Céline’in evinin olduğu yere gelir. Evinin kapısına kadar bırakmayı teklif eden Jesse’nin bir bahaneyle eve çıkmasını bekliyor insan elbette. Ama bir acaba mı oluyor hani. Ah bu senaristler yok mu? İç avlu gibi bir yer var minik bir parti gerçekleşiyor o an. Céline’i gün boyunca ”bir şarkı söylesene” diye sıkıştıran Jesse’nin bahanesi o şarkıyı dinlemek oluyor. Merdivenlerden çıkarken Céline’in Jesse’ye bir bakışı var. Of ki ne of. Kapı hayal edebileceğiniz en şirin eve açılıyor. Üç seçeneği vardır Jesse’nin. Çünkü sadece 3 İngilizce şarkı yazmış Céline. Biri kedisiyle ilgili, diğeri eski erkek arkadaşıyla ve sonuncusu minik bir vals parçası. Jesse Vals çalmasını ister. Céline sözleri ve müziği bizzat Julie Delpy‘e ait olan A Waltz for a Night‘ı gitar çalarak söyler. Şarkının sözleri bir önceki filmde yaşadıkları geceyle ilgilidir.
Sonra ki sahne de Nina Simone – Just in time eşliğinde dans eden Céline ile Jesse arasındaki konuşma şöyle:
– Bebeğim sen o uçağı kaçıracaksın.
– Biliyorum.
Ve perde.
Durun durun daha bitmedi. Hani Céline seviştiklerini hatırlamadığını söylemişti ya. Aslında bal gibi hatırlıyordu. Sevişmişlerdi ve hiç unutmamıştı. Hemde iki kez, yıldızlar kaybolana kadar.