İçindekiler
David Fincher Kimdir?
Eğitim Hayatı
Sinemaya İlk Adım
Reklam Filmleri ve Klipler
Alien3
Se7en
Seyirciyle Oynadığı ‘Oyun’
İlk Kuralı Bozmak – “Fight Club”
Geleneksel Hollywood ve Fincher
Zodiac ve Mükemmelliyetçilik
Hollywood Başarısı
‘Sosyal’ Başyapıt
İlk ‘Remake’
Yakın Zamanda David Fincher
Gone Girl
Netflix İş Birliği ve Mindhunter
David Andrew Leo Fincher, 28 Ağustos 1962 yılında Colorado eyaletinde doğmuştur. Babası Jack, Life dergisinde editör olarak çalışan bir yazar; annesi ise uyuşturucu bağımlılarıyla çalışan bir hemşireydi. Ünlü yönetmen kariyerinin ilerleyen yıllarında filmlerindeki psikolojik temaları annesinden, sofistike diyalogları ise babasından aldığını dile getirdi.
İki yaşındayken ailesiyle Kaliforniya’ya taşındı. Gelecek yıllarda filmle ilgilenmeye başlayacak küçük David’in şansına, ailesinin komşularından biri Star Wars’un yaratıcısı George Lucas’tı. 1969’da vizyona giren Butch Cassidy and the Sundance Kid (Sonsuz Ölüm) filminden oldukça etkilenen Fincher, sekiz yaşından itibaren babasının 8mm kamerasıyla filmler çekmeye başladı. Lise için tek başına Oregon’a taşındı ve Ashland Lisesi’nden mezun oldu. Lise yıllarında okulda sergilenen tiyatro oyunlarını yönetti, setlerini ve ışıklarını tasarladı. Daha sonraları küçük bir sinema salonunda makinistlik ve KOBI adında yerel bir haber kanalında asistanlık yaptı. Bu sırada bulaşıkçı, aşçı ve garson olarak ek işlerde de çalıştı.
1980’lerin başında Korty Films’de prodüksiyon asistanı olarak işe başladı. Kısa bir süre içinde orada yükselip özel efekt yapımcısı unvanını aldı. Twice Upon a Time (Hayatta İki Kez) adlı bir animasyon filminde çalıştıktan sonra küçükken komşusu olan George Lucas’ın şirketi Industrial Light & Magic (ILM)’te kamera asistanı olarak işe alındı. Burada Star Wars: Episode VI- Return of the Jedi (Yıldız Savaşları Bölüm VI: Jedi’ın Dönüşü) ve Indiana Jones and the Temple of Doom (Kamçılı Adam) filmlerinde görev aldı. Amerikan Kanser Vakfı için bir reklam filmi çekmek için ILM’den ayrıldı.
Kamu spotu türünde olan reklam filmlerine kendi vizyonunu getirip, anne karnında sigara içen bir fetüs göstererek kanserin etkilerinin ne kadar zalimce olabileceğini yansıttı. Bu reklam filmi Hollywood yapımcılarının ilgisini çekti ve Fincher’a 1985 yılında bir belgesel yönetme şansı verildi. Müzisyen Rick Springfield’ın hayatını anlatan The Beat of the Live Drum belgeselinden sonra reklamlara yöneldi. Nike, Pepsi, Sony ve Coca-Cola gibi büyük markalar için reklam filmleri çekti. 1986’da Jermaine Stewart’ın We Don’t Have to Take Our Clothes Off şarkısının klibini çekti. Madonna’nın dikkatini çeken yönetmen, ünlü pop yıldızı için dört klip çekip onunla yakın arkadaş oldu.
Kendisi gibi reklam filmleri ve klip yönetmenliğinden gelen Michael Bay, Spike Jonze, Zack Snyder ve Michel Gondry gibi isimleri de toplayarak Propaganda Films adında bir yapım şirketi kurdu. Bu şirket, müzik videoları ve reklam filmleri çekmeye başladı ve çekilen reklam filmleri ve klipler sayesinde bu yönetmenler uzun metraja adım attı.
Ünlü müzisyenler için klip yönetmenliği yaptıktan sonra 1992 yılında Alien serisinin üçüncü filmi olan Alien3 (Yaratık 3) ile uzun metraj filmlere adımını attı. Filmin çekimleri sırasında 20th Century Fox stüdyosu ile senaryo ve bütçe üzerinde anlaşmazlıklar yaşadığı film dergilerinde duyuldu.
Yapımcıların ona güvenmediğini, her şeye el attıklarını dile getirdi ve filmin izleyenler tarafından beğenilmemesinin nedeninin bu olduğunu söyledi. Film En İyi Özel Efekt Oscar’ını kazansa da hem film eleştirmenleri hem de izleyiciler arasında topa tutuldu. Fincher, 2009’da The Guardian gazetesine verdiği röportajda film hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirdi:
‘Zamanında o filmden benden daha çok nefret eden biri yoktu, bugün de o filmden benden daha çok nefret biri yok.’
İlk filmiyle Hollywood hayalleri suya düşen Fincher, tekrardan reklam filmleri ve kliplere yöneldi. 1994 yılında The Rolling Stones’un Grammy ödüllü şarkısı Love Is Strong’un klibini çekerek müzik videoları sektöründe hala başarılı olduğunu gösterdi.
1995 yılında Andrew Kevin Walker’ın yazdığı polisiye/suç senaryosunu okuduktan sonra tekrardan uzun metraj filmlere yöneldi. Dönemin yükselen yıldızı Brad Pitt ve tecrübeli aktör Morgan Freeman’ın başrollerini paylaştığı Seven (Yedi) aynı sene vizyona girdi. Filmde, Yedi Ölümcül Günahı baz alarak cinayetler işleyen bir seri katili bulmaya çalışan iki dedektifin hikayesi anlatıldı.
Stüdyo filmin karanlık finaline karşı çıktı ve daha geleneksel bir polisiye film gibi büyük bir aksiyon sahnesiyle bitmesini istedi. Senarist Walker ile bu fikre karşı çıkan Fincher, filmin psikolojik finalinde ısrar etti. Çekilen son sahnelerin kullanılmayacağını belirten stüdyonun karşısına Brad Pitt çıktı. Pitt, filmin orijinal sonunu çok beğeniyordu ve filmi yapmasının nedenlerinden birinin bu olduğunu da dile getirmişti.
Filmin sonu değiştirilirse filme dahil olmayacağını söyledikten sonra stüdyo baskıya boyun eğip filmi senaryosunda olduğu gibi vizyona soktu. Fakat artık sinema tarihine ve sinema severlerin akıllarına kazınmış ‘What’s in the box?’ (Kutuda ne var?) sahnesinden sonra bir sahne daha eklemek zorunda olduklarını söylediler. Böylece Fincher ve Walker istemeyerek de olsa farklı bir son sahneyi beyaz perdede yansıttılar.
Alien3’den sonra ‘başka bir film çekmek yerine ölmeyi tercih ederim’ diyen Fincher, neden Seven’ı yaptığıyla ilgili şu açıklamalarda bulundu:
‘Bu ‘insanlık’la ilgili noktaları birleştirmeniz gereken bir film. Fiziksel bağlamın dışında psikolojik açıdan da şiddet içeren bir film. Çoğu şeyi göstermiyor, ima ediyor. Film neden sorusunu değil, nasıl sorusunu seyircilere sorduruyor. Klasik bir polisiye film değil, kötülüğün meditasyonunu yansıtan psikolojik bir savaş.’
30 milyon dolar bütçesiyle dünya genelinde 327 milyon dolar hasılat yaparak gişede başarıya ulaştı. Eleştirmenler arasında da geleneksel suç türüne, karanlık bir yorum getirdiği için övgüler aldı. Ünlü film kritiği Roger Ebert filmi ‘1990’ların En İyi Filmleri’ listesine koyup ‘Fincher’ın en karanlık filmi’ sıfatını vermiştir.
1992’de MGM stüdyosu satın aldıkları bir gizem senaryosunu prodüksiyona sokmak üzereydi fakat istenilen bütçe alınamayınca proje rafa kaldırıldı. Bu sıralarda senaryoyu okuyup filmi yapmak istediğini dile getiren Fincher, Brad Pitt’in programına uymak için önce Seven’ı yapmaya karar verdi.
Proje PolyGram yapım şirketine taşındıktan sonra yönetmen koltuğunda David Fincher ile prodüksiyona girdi. Başrolde Michael Douglas’ı gördüğümüz The Game (Oyun) 1997 yılında vizyona girdi. Filmde, zengin bir bankacının gizemli bir oyunun içine girdikten sonra hayatındaki gerçekleri oyundan ayırmaya çalışması anlatılıyor. Filmde Sean Penn ve Deborah Kara Unger de rol alıyor.
Filme dahil olduktan sonra Seven’ın senaristi Andrew Kevin Walker’ı da senaryoyu parlatması için getiren Fincher, Walker ile senaryo üstünde altı hafta çalışıp yeniden yazdı.
Bu filmin diğer gizem filmlerinden farkını şu şekilde dile getirdi:
‘‘Normalde filmler izleyicilere bir söz verir. Filmler seyircilere der ki: Size göstereceğimiz her şey gerçek ve sonunda hepsinin bir anlamı olacak, aradığınız cevapları bulacaksınız. Ama bizim filmimizde böyle bir şey geçerli değil. Böylece seyircilerden bilgi de saklıyoruz ve cevapları onlara göstermiyoruz, seyirciyle oynuyoruz… Baş karakterimiz kontrolün kendisinde olmadığını biliyor. Başına gelen şeyler elinde değil. Seyirciyi bu duruma sokarak onların da baş karakterimiz gibi hissetmelerini istiyoruz.’’
Film, Fincher’ın önceki filmi Seven kadar beğenilmese de çoğu film eleştirmeninden ortalama 10 üzerinden 7 aldı. Roger Ebert ise filme Seven’a verdiği puanın aynısını (3.5/4) verip ‘Michael Douglas’ın bir film yıldızı olmasının yanında muhteşem bir karakter oyuncusu olduğunu’ da ekledi.
1998 yılında elinde bir senaryoyla arkadaşı Brad Pitt’in kapısına dayanan Fincher, Pitt’i senaryoyu okuması konusunda ikna etti. Bir sene sonra Chuck Palahniuk’un aynı isimli romanının sinema uyarlaması Fight Club (Dövüş Kulübü) vizyona girdi. Filmde, Edward Norton’ın canlandırdığı sıkıcı hayatını değiştirmeyi amaçlayan bir ofis çalışanı, Tyler Durden adında bir adamla tanışıp onunla bir dövüş kulübü kurar.
Film ilk vizyona girdiğinde eleştirmenler tarafından absürt olması ve kendini beğenmiş olması açısından eleştirilmiştir. 67 milyon dolar bütçesiyle dünya genelinde 100 milyon dolar hasılat elde ederek Fincher’ın finansal açıdan en başarısız filmi unvanını almıştır. Fakat Fight Club yıllar geçtikçe ‘kült’ film olarak görülmeye başlanıp, film kritikleri ve izleyiciler arasında gelmiş geçmiş en iyi filmler arasına girmiştir.
Çıktığı sene sadece En İyi Özel Efekt dalında Oscar adaylığı alan film, 2006 senesinde Total Film dergisi tarafından ‘gelmiş geçmiş en iyi 4. film’ seçilmiştir. Merak edenler için ilk üç Goodfellas, Vertigo ve Jaws şeklindeydi.
Cameron Crowe, Andre Kevin Walker, Brad Pitt ve Edward Norton’ın da eklemeler yaptığı senaryo ‘kaos’ ve ‘anarşi’ temalarını izleyenlere keyif verdirerek, yeri geldiğinde komik bir şekilde işliyor. Fincher’ın görsel vizyonunu, kamera hareketlerinden sahnelerin açılarına ve kullanılan müziklere kadar görebiliyoruz. Sürpriz sonuyla da seyircileri şok ediyor ama bu ters köşe hikaye noktası gereksiz değil.
Finaldeki sürpriz sadece izleyenleri şaşırtmak için bir ‘araç’ değil, filmin en başından beri ‘amacı’ olan bir hikaye noktasıdır. Fincher’ın The Game hakkında bahsettiği ‘seyirciye yanlış bilgi sunup onları kontrol etmek’ tarzını burada da yansıtıyor. Muhteşem performanslar, akıllıca bir hikaye, eğlenceli diyaloglar ve düşündüren finaliyle bir Amerikan klasiği olmuştur. Bu cümlelerle Fight Club’ın ilk kuralını da bozmuş olduk.
Fincher üç yıl sonra 2002’de Panic Room’u (Panik Odası) vizyona soktu. David Koepp’in senaryosuyla bu filmle daha geleneksel bir Hollywood filmi çekmeyi amaçlayan Fincher, terkrardan psikolojik gerilim türüne adım attı. Filmde, bir anne-kızın evlerine giren hırsızlardan sığınmak için evlerindeki maksimum güvenlikli panik odasına girmesi anlatılıyor.
Nicole Kidman ile anlaşan stüdyo ünlü oyuncu sakatlanınca projeyi rafa kaldırmayı düşündü. Fakat The Game’de bir rol için görüştüğü Jodie Foster’la anlaşan Fincher, projenin ölmesine göz yummadı. Film için Fincher, Alfred Hitchcock’un klasik gerilim filmlerinden ilham aldığını ve bu türü modern sinema dünyasına uyarlamak istediğini dile getirdi.
Fincher bu filmden itibaren kamera hareketlerinin pürüzsüz olmasını istedi. Gelecek filmlerinde de sadece bir veya iki sahneyi kameramanla çeken Fincher, çoğunlukla sabit veya uzaktan kumandayla hareket edilen kamera hareketlerini tercih etti.
Fincher filmin orijinal bir hikaye olmadığını ve önceki filmlerindeki fazla mekan ve fazla çekim kullanmasından sonra Panic Room’un onun için bir değişiklik olduğunu dile getirir. Bir odanın içinde kapalı kalan iki insanın hikayesi olduğunu söyleyerek, onu kendisine çeken şeyin hikayenin basitliği olduğunu da ekler.
Film, Foster’ın canlandırdığı ve kızını oynayan Kristen Stewart’ın karakterlerini güçlü birer kadın karakter olarak gösterdiği için övgüler aldı. ‘Paranoya’ temasıyla ‘klostrofobi’ korkusunu harmanlayan film, teknolojiye de önem verdi. Panik odasındaki güvenlik kameraları hikayede önemli bir rol oynayarak 21. yüzyılda geçen bir hikaye ortaya konulmuştur.
48 milyon dolar bütçesiyle dünya genelinde 196 milyon dolar hasılat yaparak Fincher için finansal açıdan başarılı filmlerden biri olmuştur.
Beş yıl aradan sonra 2007 yılında Robert Graysmith’in kitabını beyaz perdeye uyarlayan Fincher, ilk kez gerçek bir hikayeyi filmine yansıttı. 1960’larda San Francisco’da meydana gelen cinayetlerin ve kendisine Zodiac diyen seri katilin hikayesini sinemaya adapte etti. Cinayetleri bir gazetede karikatürist olarak çalışan bir adamın gözünden inceledi. Başrolü Jake Gyllenhaal oynarken, yan rollerde Mark Ruffalo, Robert Downey Jr. ve Chloe Sevigny gibi isimleri görüyoruz.
Fincher, bu filmle beraber yönetmenlik anlayışına ‘mükemmeliyetçilik’ olgusunu getirdi. Oyuncuların anlattıklarına göre bir sahneyi en az 80 kere çektiği söylendi. Stanley Kubrick’in mükemmeliyetçi yaklaşımını takip ederek en küçük bir kamera hareketini, oyuncuların en küçük bir mimiğini bile kontrol ettiği ve beğenmediyse sahneyi tekrardan çektirdiği söylendi. Jake Gyllenhaal’un elini beğenmeyerek çok pürüzsüz bulduğunu söyleyip, post-prodüksiyonda oyuncunun eline özel efektle kıl ektirdiği de belirtildi.
1960’lı yılları ustalıkla yansıtan Fincher, her filminde olduğu gibi burada da gerilim ögelerini yansıtıyor. Baş karakterin ve davayı inceleyen dedektiflerin her konuştuğu şüphelide aynı korkuyu duyuyoruz, onları sorguluyoruz. Ama Fincher yaşanan olayları sadece dedektiflerin gözünden göstermiyor, kurbanların katledilme anlarını da gerçek zalimliğiyle gösteriyor. Klasik dedektif hikayesine katilin cinayetlerini tüm gerçekliği hatta doğru detaylarıyla beyaz perdede sergiliyor.
Film, 65 milyon dolarlık bütçesiyle dünya genelinde 84 milyon dolar hasılat elde etmiştir. Çıktığı sene No Country for Old Men (Yaşlılara Yer Yok) ve There Will Be Blood (Kan Dökülecek) ile beraber yılın en iyi filmleri olarak gösterilmiştir. Stüdyonun baskıcı Oscar kampanyasına rağmen film hiçbir kategoride adaylık dahi kazanamamıştır.
Zodiac’tan hemen sonra bir sonraki filminin çekimlerine başlayan Fincher, Brad Pitt’le tekrar bir araya gelerek The Curious Case of Benjamin Button’ı (Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi) vizyona soktu. 2008 yapımı filmde ters bir şekilde yaşlanan bir adamın hikayesi anlatılmaktadır. Ünlü yazar F. Scott Fitzgerald’ın aynı ismi taşıyan kısa hikayesinden esinlenen filmde, Pitt dışında Cate Blanchett, Taraji P. Henson ve Tilda Swinton gibi isimler de yer aldı.
Film Pitt’in yaşlandırma özel efektleri yüzünden Fincher’ın en pahalı filmi oldu. 150 milyon dolar bütçeli filmin efektlerinin tamamlanması bir buçuk sene sürdü. Eleştirmenler arasında film, böyle bir dram hikayesini epik bir şekilde ve muhteşem bir oyuncu kadrosuyla anlatabildiği için övgüler aldı. Gişede dünya genelinde 333 milyon hasılat elde ederek Fincher’ın finansal bakımdan en başarılı filmi oldu.
Oscar’larda Zodiac ile yüzü gülmeyen Fincher, Benjamin Button’da tam tersini yaşadı. Film tam 13 adaylık alırken; Fincher’a ilk En İyi Yönetmen’lik adaylığını da kazandırmış oldu. Film büyük kategorilerden eli boş dönse de teknik alanda üç Oscar ödülünü evine götürdü.
Aaron Sorkin’in senaryosunu yazdığı The Social Network (Sosyal Ağ), yönetmen koltuğunda Fincher ile 2010 tarihinde vizyona girdi. Film, Mark Zuckerberg’ün Facebook’u kurarkenki hikayesini ve sonrasında yaşadığı yasal sorunları anlatıyor. Zuckerberg’ü Jesse Eisenberg canlandırırken; Andrew Garfield, Armie Hammer ve Justin Timberlake yan karakterleri oynuyor.
Social Network, Fincher için beklenmedik bir proje olmuştu. Bu filmden önce hep gerilimi yoğun ve daha çok suç ağırlıklı filmler çeken Fincher, burada sosyal bir ağ yaratan bir adamın hikayesini anlatmıştır. Fakat Fincher kendi tarzından vazgeçmeyerek, hareketli kamerası, hızlı temposu ve takip edilemeyecek şekilde seyircide heyecan yaratan kurgusuyla karşımıza çıkıyor. Aaron Sorkin’e Oscar kazandıran senaryosundaki diyalogları sanki bir maç yönetiyormuşçasına bizi koltuğumuzun ucuna çekiyor.
Sadece karşılıklı konuşan iki karakterin olduğu sahnede bile bir endişe hissediyorsunuz, tabii ki bunun sebeplerinden biri Nine Inch Nails’ten tanıdığımız Trent Reznor ve Atticus Ross’un filmin müziklerini yapması. Fincher, ikilinin müziğini filmde anlam kazandıracak bir şekilde kullanarak ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Gerçek kahramanlar Mark Zuckerberg ve Eduardo Saverin, filmin gerçekliğini sorgulamış ve daha çok kurgu olduğunu dile getirmişlerdir.
Film, sekiz Oscar adaylığı alıp bunlardan üçünü kazandı. En İyi Adapte Senaryo, En İyi Kurgu ve Reznor-Ross ikilisi için En İyi Film Müziği ödüllerini kazanmıştır. Fincher En İyi Yönetmen kategorisinde tekrardan boy göstermiş fakat tekrardan kaybetmiştir.
Film, eleştirmenler arasında büyük övgüye tutulup 78 kritiğin ‘2010’un En İyi Filmleri’ listesinde yer almıştır. Bunlardan 22’si filme ilk sırada yer vermiştir. 2016 senesinde BBC’nin tam 177 film eleştirmeni arasında yaptığı oylamada Social Network ‘Yüzyılın En İyi 27. Filmi’ seçilmiştir. Bizim de favori filmlerimiz arasında yer almaktadır.
Ara vermeyip ertesi sene Stieg Larsson’un çok satan romanı The Girl with the Dragon Tattoo (Ejderha Dövmeli Kız) filmini beyaz perdeye uyarlamıştır. Filmin İsveç versiyonu olmasına karşın projeye endişeyle yaklaşan Fincher, filme kendi yorumunu katabileceğini gördükten sonra filmi çekmeyi kabul etmiştir. Filmde Daniel Craig, Rooney Mara ve Stellan Skarsgard gibi isimlere yer verir.
Bu filmle alışık olduğumuz karanlık ve şiddetli atmosfere geri dönüş yapmıştır. Çekimler sırasında Daniel Craig ile anlaşamadığı haberlerde duyulan Fincher, ünlü oyuncuyla bir daha çalışmayacağını da dile getirmiştir. Filmde kendisi dışında herkes İsveç aksanı yaparken, Craig kendisinin İngiliz aksanını kullanmıştır.
Varlıklı bir İsveçli ailenin yıllar önce kaybolan akrabasını araştırmaları için bir gazeteciyi tutmalarını ve daha sonra bu gazetecinin işe aldığı hacker ile ilişkisini ele alan film, beğenilen nadir ‘remake’ (yeniden çekim)lerden biri olmuştur.
Çoğunluk tarafından beğenilse de İsveç versiyonunun daha iyi olduğu da tartışılır. Dünya genelinde 232 milyon dolar hasılat yaparak Fincher’ın filmografisine başarılı bir film daha olarak eklenmiştir. Rooney Mara için En İyi Kadın Oyuncu dahil 5 Oscar adaylığı alan film, En İyi Kurgu kategorisinde ödülü kazanmıştır.
2013 senesinde ilk kez televizyona adım atan Fincher, Netflix’in ilk orijinal projelerinden biri olan House of Cards’ın yapımcılığını yapıp ilk iki bölümünü yönetmiştir. Diziye Seven’da çalıştığı Kevin Spacey ve Girl with the Dragon Tattoo’da çalıştığı Robin Wright’ı bir araya getirmiştir. Film, 2017 senesinde beşinci sezonunu tamamlarken çok sayıda Altın Küre ve Emmy ödülüne layık görülmüştür.
2014 senesinde Gillian Flynn’in çok satan romanı Gone Girl’ü (Kayıp Kız) sinemaya uyarlamıştır. Filmin senaryosu için kitabın yazarıyla çalışan Fincher, ondan alışık olduğumuz suç/gerilim/polisiye evrenine karanlık ve kara mizah anlayışıyla geri dönmüştür. Film eleştirmenler ve izleyiciler arasında beğenilmiş, yılın en iyi filmleri listesinde yerini almıştır. Ben Affleck’in performansı övülürken, Rosamund Pike En İyi Kadın Oyuncu Oscar adaylığı almıştır. Dünya genelinde 369 milyon dolar hasılat elde ederek Fincher’ın finansal açıdan en başarılı filmi olmuştur.
Ünlü yönetmen Netflix için ikinci dizisi olan Mindhunter’ı tamamladı. Dizide seri katilleri ele alan iki dedektifi anlatacak olan Fincher’ın alışık olduğu bir konu ve izlemek için sabırsızlıkla bekliyoruz. Başrolde ise Jonathan Groff yer alıyor.
Mindhunter dışında, Fincher’ın İngiliz dizisi Utopia‘nın yeniden çevriminde de yönetmenlik koltuğuna oturacağı konuşuluyordu fakat proje, bütçede uyuşmazlıktan dolayı Fincher özelinde rafa kaldırıldı. Projeyi kronolojik bir sırada çekmek istediği için 9 milyon dolar gibi bir bütçe talep etmişti fakat oldukça fazla bulunmuş.
Film projelerinde ise Brad Pitt’in yapımcılığını yaptığı World War Z filminin devam filmi için yönetmen koltuğuna oturacak Fincher, Pitt ile dördüncü iş birliğini yapmaya hazırlanıyor. Fincher için ilk stüdyo filmi, ilk aksiyon filmi ve –Alien3’ü saymazsak– ilk bir serideki devam filmi olacak proje için bir tarih belirlenmedi fakat açıklandığı anda haberi sitemizde bulabilirsiniz.
Sizin en sevdiğiniz Fincher filmi hangisi? World War Z 2 için bekliyor musunuz, yoksa kendi vizyonunu ortaya koyacak bir film yapmasını mı tercih ederdiniz?