Bu hafta vizyona giren Doctor Sleep, The Shining filminden (ve Stephen King romanından) hatırladığımız küçük Danny Torrance’ın sahip olduğu ‘parıltıyı’ yetişkin yaşamında nasıl kullandığını anlatıyor…ve ‘parıltıya’ sahip olan diğer insanlarla ilişkisini de.
Filmi izlemeden önce kafamda dolanan ve korktuğum soru şuydu: “Bu kadar çok sevdiğim The Shining’i hangi biçimde kullanacaklar?”. İki şekilde kullanabilirlerdi: 1) Bütün film boyunca küçük küçük çıkan ve gözümüzün içine bakarak ‘Shining’i unutmadınız değil mi?’ diyerek, filmin kendi sesini bulamamasını itecek göndermeler.
2) Çok nadir ve ince film ve kitap referanslarıyla sadece bu hikâyenin gerçek hayranların gözlerini doyuracak göndermeler.
Doctor Sleep’in burada durduğu yer ise ikisinin arasında bir yer. Şöyle açıklayayım…
Filmin ilk yarısındaki her göndermeye, referansa, yeniden canlandırmaya bayıldım. Ancak filmin sonlarına doğru hem film hem de kitap hayranlarını tatmin etmeye çalışan film, bence ikisini de eksik bırakıyor. Çünkü film karakterlerini, hikayesini bize tanıtırken gerçekten çok başarılı. Ve üç ana karakter etrafında yoğunlaşan bir hikâyeyi toparlamak ve daha da önemlisi her üç karakter için de seyircinin önemsemesini sağlamak çok zor bir görevdir. Yazar ve yönetmen Mike Flanagan bunu başarıyor. Ancak filmin yaşadığı sıkıntı, ilk yarısında tanıttığı karakterler ve evrene bizi gerçekten bağlıyor. (Bu güzel bir başarı) Fakat devamında ise bize Shining filminden göndermeler ve yeniden canlandırmalar yapınca bizi filmin dışına çıkartıyor. ‘Ya bu herif ona benzemiyor, bak burası bir önceki filmde şeydi’ tarzında cümleler kurmamızı sebep olarak, gerçekten nereye varacağını merak ettiğimiz hikâyeden uzaklaştırıyor. Yani film ‘kendisi’ olduğu zaman çok daha akıcı fakat Shining olmaya çalıştığı zaman sadece bir ‘benzetme’ olarak kalıyor.
Ewan McGregor tarafından oynanan Dan Torrance, Rebecca Ferguson tarafından oynanan Rose The Hat ve Kyliegh Curran’ın oynadığı Abra Stone karakterlerinin hepsi birbirinden ilginç. Özellikle kötü karakter üzerine bu kadar zaman harcayan ve karakteri enine boyuna inceleyerek geliştiren bir film yakın zamanda hatırlamıyorum. Dan ve Abra, hikâyenin kahramanları olarak perdede ne kadar süre gözüküyorsa, Rose için de aynısını görüyoruz. Ayrıca ‘kötü karakterin iyisi anladığımız bir karakterdir’ derlermiş, Rose karakterine (her ne kadar onaylamasak da) anlayabiliyoruz. Sadece hikâyenin kötü karakter boşluğunu doldurmak için yazılan bir karakter değil. Her zamanki gibi karizmatik ve her sahneye bir ağırlık getiren Ewan McGregor da özellikle ‘Doktor Uyku’ karakterine büründüğünü hissettiriyor ve keşke Dan’in bu hikayesini biraz daha izleyebilseydik dedirtiyor. Cliff Curtis her yardımcı rolünde olduğu gibi kısa süre içinde seyirciyle kendisi arasında bir empati kurmayı başarıyor. Ancak filmin bir ‘yıldızı’ varsa o da Kyliegh Curran oluyor. Abra rolündeki genç Kyliegh Curran, ‘çocuklarla ve hayvanlarla çalışılmaz’ kuralını gözlerimizin önünde ne kadar başarılı bir şekilde yıkılacağını gösteriyor. Bu karakterin bir çocuk olduğunu ve bu rolün de bir çocuk tarafından oynandığını size unutturuyor.
Ayrıca filmi, günümüzdeki modern korku türüne kaymadığı için de takdir etmek lazım. Artık sadece ani ses ve ani görüntüler, yani ‘jumpscare’ elementleri korku ve gerilim türlerini kirletiyor. Bu birisinin sizi gıdıklayıp ‘bak güldürdüm seni, ne kadar komiğim’ demesi gibi. Bir korku ya da gerilim filmini korkunç yapan şey sizi rahatsız etmesidir. Derinize işlemesi, gözünü perdeden ayıramamanız, size yeni bir şeyler sunması. Doctor Sleep de bunu başarıyor. Gerçekten yeni anlatım teknikleriyle bizi germeyi başarıyor. Zaten Mike Flanagan’ın önceki filmlerine baktığımızda Oculus, Hush ve Gerald’s Game gibi korku/gerilim filmlerinde de yeni şeyler denediği için başarılı olduğunu görebiliyoruz. Flanagan, James Wan, Ari Aster ve Robert Eggers gibi modern korku/gerilim türünü yeniden yaratarak kendi özgün vizyonlarını yansıtan yazar/yönetmenlerden olduğunu bu filmiyle tekrardan gösteriyor. Ve umarız, göstermeye de devam edebilir.