Yabancı diye bir şey yoktur. En azından bu hayatta. Dilini bilmediğim yerlere gitmeyi sevmemin sebebi bu aslında. Yabancı gibi hissetmiyorum. Gülümsemek her yerde aynı. Ve hepimiz üzerinde nefes aldığımız bu dünyanın parçasıyız. Arayışımız ölene kadar bitmiyor sanırım. Bir şey var benden içeri, ne olduğunu tanımlayamadığım deyip: arayıp dururuz. Aradığımız şey bir şarkı olabilir belki. Veya o şarkıyı söyleyen kadın…
Paris’li Stéphane, Nora Luca adlı bir şarkıcıyı bulmak için Romanya yollarına düşer. Ve gönlümüzün damağında su içmekten korkacak kadar keyifli bir tat bırakacak film, donmuş bir yol ile sızar hayatımıza. İsidor adında, ısrarcılığı bana bir dostumu hatırlatan yaşlı adam, iki kelime Romanca duyduğu yakışıklı Parisli genci hikayenin geçtiği çingene köyüne götürür. Kaderin o genci ona getirdiğini düşünür. Siz de düşünün hayata dair hikayeleriniz kaderle ilgili değil midir? Nereden çıktığını bilmediğiniz birine inanır, onunla sohbet eder ve bir karar verirsiniz. O karar bir daha o insanı görmemek olabilir. Ama işte o zaman yaşanacak kötü veya iyi hikayeden vazgeçersiniz. Stéphane, İsidor’la gitmeyi seçiyor.
Tony Gatlif‘i araştırdım biraz. O da Cezayir asıllı bir çingeneymiş. Kültürünü çok iyi bildiği çingeneleri bize harika müziklerle bezeyerek anlatmak onun arayışı sanırım. Filmin geçtiği çingene köyündeki karakterler ve yeni gelen Fransız yabancıya davranışları, şakaları o kadar eğlenceli ki genelde yüzünüzde hep bir muzır gülümseme oluyor. Sonra yabancının köyden biri haline gelmesini izliyorsunuz. Başta ona düşmanca davranan çingene dansçı Sabina ile yavaşça birleşen yolları onları önce Stéphane’ın müzik yolculuğunda yoldaş yapıyor. Sonra kalpleri ve vücutları birleşiyor onları aşık yapıyor. Sabina, filmde o kadar çekici bir karakter ki etkilenmemek elde değil. Dünyanın en neşeli ve güzel dans eden çingenesi budur herhalde diyorsunuz içinizden. Bana göre Rona Hartner dışında bu rolü daha iyi kimse oynayamazmış zaten.
Yine bir yolda yürüme sahnesindeyiz. Sabina, Stéphane’a neden ısrarla Nora Luca adlı şarkıcıyı aradığını sorar. Ondan çok daha güzel şarkı söyleyen kadınlar var der. Stéphane, aslında gezgin olan ve gittiği yerlerde müzik kayıtları yapan babasının ölüm döşeğinde en çok dinlediği kasetin Nora Luca isimli kadına ait olduğunu anlatır. Arayış ön yüzde gözüken şey değildir. Babası gitmeye aşık bir gezgin olduğu için oğlunu çok az görmüştür. Hayatta olmayan babasının ölüm döşeğindeyken en çok dinlediği ve sevdiği şarkıcıyı bulmak Stéphane’a ne ekler bilinmez tabi. İnsan aradığı şeyi bulduğunda rahatlar mı? Ya da arayış hiç biter mi? Bilmem.
Deli gibi içip dans ettikleri mekanda Sabina şarkı söylemeye başlayınca Stéphane kulaklarına inanamıyor. Bütün hikaye boyunca aradığı Nora Luca’nın Sabina olduğunu anladığı an sizi aynı yoğunluk sarıp sarmalıyor. Bazen aradığımız şeyler yanıbaşımızdadır zaten. Bu güzelim yolculuğa eşlik etmenizi öneririm. Bana bu yolculuğu öneren güzel insana selam olsun. Uyandığında: tüm kasetleri gömüp, üzerine votka döküp, mezar şişesinin etrafında dans eden Stéphane’ı gören Sabina gülümsemesi gibi olsun hayatı. Ha bir de karşınıza çıkan insanlara (evet evet ısrarcı olanlar dahil) şans verin. Belli mi olur sizi alıp hayatınızın en film hikayesine götürebilirler.
Not1: Şuraya bu müzik kültürüne ait en sevdiğim uyarlama şarkıyı bırakıyorum.
Not2: Bir seveninin ağzından: ”Bu film de beni yollara çok düşürmüştür. Gılgamış ile Stéphane arasında çok fark yoktur. Hikayeleri bir inanç, bir arayışla başlamıştır. Yolda da kendilerini bulmuşlardır en çok. Ve filmin en sevdiğim izlenme sayısını bir kaç bin arttırdığım şarkısını, sahnesini ekliyorum.”