Sinemanın hep bir dışlanan, anca bakkala ekmek almaya gönderilen çocuğu İskandinav Sineması ne yazık ki genelde göz ardı edilmekte. Dogme filmlerinden gamsız belgesellerine, en heyecan verici ve en düşündürücü çağdaş filmlerin yuvası olmuştur halbuki bu siyah kumlu memleket. Ingmar Bergman ve Lasse Halstromm gibi auteur İskandinav film atalarından esinlenerek şimdi ortalığı gizlice kasıp kavuran Christoffer Boe‘ler, Joachim Trier‘ler, Nicolas Winding Refn‘ler var meydanda. Ama hangi birini duydunuz ve kaçının muhteşem filmlerini izlediniz?
İzleyenler genelde İskandinav sinemasının o karanlık ve fularlı melankolikliğiyle harmanlanmış Avrupa’lı mizahına, dobralığına vurulur. Filmlerinin bizlere bu denli farklı kalitede gelmesinin sebepleri sosyoekonomik bağlamla ilişkilendirilebilir. Çünkü medeniyet. Çünkü kafalar rahat. Çünkü sanatçılar yeteri kadar finansal destek görüyor ve gişe derdine düşmeden özgürce ve deneysel takılabiliyorlar kendi meydanlarında. Omuzlarında herhangi bir finansal başarı getirme sorumluluğunun yükünü taşımıyorlar o kadar.
İskandinav Sineması’na merak duyuyorsanız ya da izlemediğiniz ne kaldı acaba diye düşünüyorsanız gelin herhangi bir ayrım yapmadan kronolojik olarak verelim listeyi:
Dünyanın en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olan, Oscar ödüllü Sven Nykvist ile çoğu filminde olduğu gibi bu filminde de çalışan Ingmar Bergman, “kurdun saati”nde yani doğum ve ölümün en çok yaşandığı saat anlamına gelen “Hour of Wolf“ta, uzak bir İskandinav sahilinde, genç ve hamile karısıyla vakit geçirmekte olan bir adamın, bastırılmış duygularının ortaya çıkmasıyla nasıl duygusal çöküşe uğradığını çok iyi anlatıyor. Bergman’ın çok bilinen filmlerinden başka lezzetler arayanlar için ideal. “O neydi kız?” demek için çok daha ideal bir film.
IMDB: 7.7/10
Tomatometer: 88/100
Danimarka’lı başarılı yönetmen Nicolas Winding Refn‘in, Drive ile başlayan süreçte Ryan Gosling‘i demirbaşı yapıp bu kadar ünlü olmadan önce çektiği Pusher üçlemesinin ilk filmi. Aynı zamanda yönetmeni de sahalara çıkaran ilk film, acemice yapılmış bir anlaşmadan sonra, uyuşturucu kralının karşısında çaresiz duruma düşen bir uyuşturucu satıcısının çilesini anlatıyor. Kahramanımız Frank’in Kopenhag sokaklarında ordan oraya savrularak yaşadığı para bulma çilesine ortak olurken, İskandinav filmlerin olmazsa olmazı, değişik dudaklı Mads Mikkelsen‘le de bu filmde tanışıyoruz. Hem Mikkelsen hem de yönetmen Refn için kariyer başlangıcı olarak nitelendirilebilecek bir yapım.
IMDB: 7.4/10
Tomatometer: 82/100
“The National Film School of Denmark” mezunu yönetmen Thomas Vinterberg‘in aynı zamanda eş yaratıcısı olduğu Dogme 95 manifestosu kurallarına uyarak çektiği ilk filmi Festen‘de, kahramanımız Helge’nin 60.yaş gününde, oğlunun açıklayacakları da dahil olmak üzere akrabaların kirli çamaşırlarının bir bir ortaya çıkışını izliyoruz. Babasının doğum günü şerefine konuşma yapmak için söz alan oğlu Christian, küçüklüğüyle ilgili bir anısından bahsediyor ve olaylar gelişiyor. Spoiler vermemek için kendimizi zor tuttuğumuz bu filmi izlemeniz gerekiyor.
IMDB: 8.1/10
Tomatometer: 92/100
Ingmar Bergman’ın zamanında “dünyanın en iyi reklam filmi yönetmeni” diye yaftaladığı İsveç’li yönetmen Roy Andersson‘ın You, The Living and A Pigeon Sat On a Branch Reflecting On Existence filmlerinden oluşan Yaşayanlar Üçlemesi’nin ilk filmi olan Songs From the Second Floor, abartılı makyajlar ve depresif tonlarıyla kapitalizme ve postmodern topluma güzel giydirmeler yaparak bol hiciv içeren sürrealist bir şölen sunuyor izleyiciye. “Kurbağalara bakmaktan geliyorum dedi Yakup / bunu kendine üç kere söyledi.”
IMDB: 7.7/10
Tomatometer: 89/100
Şu ana kadar puanı 70-90 skalasında giden filmler arasında IMDB puanı en düşük bu gözüküyor diye önyargılı davranmayın, Rotten Tomatoes puanını dikkate alın dediğimiz, Baltasar Kormákur tarafından yönetilen 101 Reykjavik‘te, otuz küsür yaşında hala annesiyle yaşayan ve tüm gününü internette sörf yapıp içerek geçiren depresif Hlynur’un trajikomik hikayesini izliyoruz.
IMDB: 6.9/10
Tomatometer: 89/100
Christoffer Boe tarafından yönetilen ve Türkçe’ye “Yeniden Sev Beni” şeklinde talihsiz bir isimle çevrilen bu şaheser filmin şimdi hakkını yemeyelim cidden “yeniden”lik bir durumu var. Zaten güzel bir kızla birlikte olduğunu sanan adamımız, bir anda kendini başka bir aşkın pençesinde buluyor. Geçmişini unutup geleceğini kazanmaya çalışanlarda bu akşam, Hour of the Wolf’tan sonra “O neydi kız? vol.2” diyorum bu filme de.
IMDB: 7.4/10
Tomatometer: 76/100
Jens Lien tarafından yönetilen Den brysomme mannen‘da, adeta bir mutluluk simülasyonu içinde aşırı huzurlu bir şekilde yaşamakta olan garip bir şehre, Andreas adında bir adam gelir ve çok fazla soru sormaya başlayarak huzursuzluk rüzgarlarını da beraberinde getirir. Zaten bu tiple huzursuzluk getirmesin de n’apsın?
IMDB: 7.4/10
Tomatometer: 76/100
Beyni bi’ tuhaf çalışan yönetmen Lars von Trier’in, yukarda da görebileceğiniz gibi, Charlotte Gainsbourg’a artık neler çektirdiyse “tarlam yandı oturuşu” yaptırdığı filmi Antichrist‘te, yas tutan bir ailenin iyileşme çabalarını ve doğanın karşı atağını izliyoruz. Her şeyi tüm ayrıntılarıyla açık açık gösteren sahneler olduğu için, hassas kalplerin ve midelerin buna hazırlıklı olarak izlemesinde fayda var. Hatta Trier’in tüm filmlerine bu bilinçle yaklaşsanız fena olmaz.
IMDB: 6.6/10
Tomatometer: 50/100
Türkçe’ye tam olarak troll.avi olarak çevrilen bu film için, “forumlarda sözlüklerde orada burada ve hatta bazen şurada ‘troll troll’ diye geziyorsunuz ama hiç işin mitolojik kısmını ve gerçek bir troll’le karşılaşırsanız neler yapacağınızı düşündünüz mü?” diyorum. Korku filmi gibi dursa da aslında bir İskandinav komedisi olan (belki de olmayan) Troll Hunter, Blair Cadısı, Cloverfield filmlerinde olduğu gibi found footage/belgesel tekniğiyle çekilmiş. Etraftaki öldürülmüş ayıların peşine düşen bir grup genç, gizemli bir avcı sanarak takip ettikleri kişinin aslında bir “troll” avcısı olduğunu öğreniyor ve olaylar gelişiyor. Unutmadan söyleyelim, yönetmen André Øvredal.
IMDB: 7.0/10
Tomatometer: 82/100
IMDB puanıyla Rotten Tomatoes puanı birebir tutan ilk film bu listedeki. Danimarka’lı ünlü yönetmen Susanne Bier‘in yönettiği, Oscar ödüllü In a Better World‘de, iki ailenin hayatı bir şekilde kesişiyor ve sıradışı ama riskli bir arkadaşlık işin içine giriyor. Eş zamanlı anlatılan ve birbirleriyle çelişen iki hikayeye sahip filmde, aileler içindeki iç hesaplaşmalar, karakterlerin limitlerini zorlayan bir yolculuğa sebep oluyor.
IMDB: 7.7/10
Tomatometer: 77/100
Şu ana kadar buraya eklediğimiz filmler içinde 98/100 Rotten Tomatoes puanı ile lider durumda olan ve yönetmenliğini Joachim Trier‘in üstlendiği Oslo, 31 August‘taki karakterlerin yaşamları sıradan bir sinema izleyicisi için çok uzak gelebilir ama yaşadıkları trajedinin bir şekilde tanıdık gelmesi daha kolay olacaktır. Bu arada Joachim’in yeni filmi Thelma geliyor bu sene hazırlıklı olun!
IMDB: 7.7/10
Tomatometer: 98/100
Tam “yahu bu Mads Mikkelsen’in oynamadığı bi’ Kuzey Avrupa filmi bulamayacak mıyız?” diye çemkirecektim ki zaten oynamıyormuş. Morten Tyldum‘un yönetmen koltuğunda oturduğu 2011 yapımı Headhunters‘ta, bir şirkette yetenek avcısı olarak çalışan ve boş zamanlarını pahalı tablolar çalarak geçiren Roger Brown’ın etrafında şekilleniyor hikaye. Ta ki yanlış kişiden bir tablo çalana kadar. Her ne kadar birçok Hollywood soygun filminden etkilenmeler ve klişeler de içerse, bol şaşırtmaçlı ve bol kompleks katmanlı bir film.
IMDB: 7.6/10
Tomatometer: 92/100
Aslında Thor Heyerdahl‘ın yönetimindeki 1947 yapımı çalışma olan Kon-Tiki ilk olarak 1950 yılında filme çekilmiş ve 1951’de de en iyi belgesel Oscar’ını almıştır. Joachim Rønning ve Espen Sandberg tarafından yönetilen 2012 yapımı yeniden çevriminde de yine Norveç’li kaşif Thor Heyerdahl’ın, Güney Afrikalıların Kolomb öncesi zamanda Polinezya Adaları‘na yerleştiğini kanıtlama çabası uğruna çıktığı yolculuk anlatılmaktadır. Andre Bazin’in bir kitapta konuyla ilgili aktardığı yorumunu da şöyle bırakalım:
“Polinezya’nın, Peru kıyılarının bazı bölümlerinde yaşayan kişilerin buraya göçmesiyle oluştuğu söylenir. Bu durumu ispat etmenin en iyi yolu binlerce yıl önce meydana gelen hareketliliği tekrar yaşamaktır. Bizim amatör denizcilerimiz eldeki en eski belgesel bilgilere dayanarak bir çeşit basit bir sal oluşturacaklar ve bununla yerlilerin yöntemini kullanarak yolculuğua çıkacaklardır. Herhangi bir şekilde yönetilmeyen sal, bir enkaz gibi rüzgarlarla taşınarak polinezya mercan adasının yaklaşık 4500 mil uzağındaki bir yere varmıştır. Bu inanılmaz keşif üç ay boyunca yaklaşık yarım düzine fırtına atlatılarak gerçekleştirilmiştir. Bu, günümüz için bir mucizedir.”
IMDB: 7.2/10
Tomatometer: 84/100
Kendi stiline sahip yönetmen Bent Hammers tarafından çekilen 1001 Gram ülkemizde bilet bulamadığımız festivallerde de gösterilmişti. Filmin konusu da komik bir şekilde ilginç ve ciddi. Bilim kadınımız Marie, babadan oğula devredilen aile yadigarı gibi mesleğinin icabı, Paris’e “bir kilogramın net ağırlığını” belirlemek üzere düzenlenen konferansta yarışmaya gibi bir şeye gider ve olaylar gelişir. Ve bu nasıl bir cümle olur?
IMDB: 6.3/10
Tomatometer: 81/100
Yine önyargılı davranmayıp Rotten Tomatoes puanını dikkate alarak izlemenizi salık vereceğimiz filmlerden biri olan Ruben Östlund yönetmenliğindeki Force Majeure, 2014 yılında Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) ödülünü almıştı. Türkçe’ye “Turist”ten ziyade “Bir Güç Var”, “Takdiri İlah-i” ya da “Mücbir Sebep” olarak çevrilse daha anlamlı olacakmış. Bu muhteşem kara mizahı kaçırmayın. Buraya koyduğumuz ve aynı zamanda filmin afişinde de yer alan bu görüntünün bir tık sonrası direkt spoiler.
IMDB: 7.3/10
Tomatometer: 93/100
Filmleri burada hızlıca bir İskandinav Sineması’na giriş 101 niteliğinde derlemek adına çok farklı temalarda birleştirmiş olduk fakat her bir ülke, en başından başlayarak film ve dizi kırılımında kendi analizini hak ediyor aslında. Belki de yakında Danimarka Sineması’yla başlamak üzere daha detaylı analizler de gelir. Takipte kalın oBiçim’ler.
İspanyol ve İskandinav sinemasından önerilerimizi tamamladıysanız Rus sineması özelinde hiçbir yerde bulamayacağınız önerilere göz atın deriz.