DİKKAT: —Filmi henüz izlemeyenler için keyif kaçırıcı detaylar içerebilir—
Film, akrobat ve dublör Mimi ile Dedektif Kowalski arasındaki kovalamaca ile açılıyor. Kleptomaniden (çalma hastalığı) muzdarip sirk cambazı Mimi, Regent Elması‘nı gözüne kestirmişken Louvre Müzesi‘nden Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya ait bir yelpazeyle tatmin olmak zorunda kalarak sırra kadem basıyor. Ya da bastığını sanıyor çünkü kendisini dışarda bekleyen Dedektif Kowalski ile kedi fare oyunu daha yeni başlıyor. Bir çizgi filme göre oldukça etkileyici bir takip sahnesi yaratmış yazar ve yönetmen Milorad Krstic ve hemen hikayenin içine çekiveriliyorsunuz.
Mimi bu olaydan sonra hastalığını doğru kullanmak adına tedavi olmaya karar vererek ünlü sanat psikoterapisti Ruben Brandt‘i (ismi Rembrandt’ı andıran ve gerçekten de karakter tasarımında Kübist ve Dadaist akımlardan da yararlanılarak kendisine benzetilen bir çizgi karakter) arıyor ve kendisini iyileştirmesini dileyerek adamın Guggenheim Müzesi’ni andıran terapi merkezine gidiyor.
Fakat ünlü psikoterapistimizin durumu da pek iç açıcı değil zira yaşamakta olduğu aşırı gerçekçi işitsel ve görsel halüsinasyonlardan dolayı ileride akut şizofreni olabileceğini düşünerek depresyon belirtileri göstermeye başlıyor.
Tedavi ettiği hastalar (ünlülerin koruması Bye-Bye Joe, bilgisayar kurdu Fernando ve “iki boyutlu” banka soyguncusu Membrano Bruno) adamın kendine günlük için tuttuğu ses kayıtlarını dinledikten sonra Mimi’nin de gaza getirmesiyle ona yardım etmeye karar veriyorlar ve kabuslarını yöneten 13 eseri, The Louvre, The Tate, MoMa, The Uffizi, The Musée d’Orse, The Art Institute Of Chicago gibi ünlü müzelerden bir bir çalmaya başlıyorlar. Çünkü kendisinin de dediği gibi sorunlarının üstesinden gelmek için onlarla yüzleşmek zorundasın.
Ruben de tabii ki bir uzmandan destek almak üzere doktora gidiyor ve böylelikle karabasanlarının babasının ölümünden sonra azdığını öğreniyoruz. Rüyalarında ünlü tablolardan canlanan çeşitli karakterler tarafından işkenceye uğruyor. Küçük bir geçmişi hatırlama sahnesinde, babasıyla birlikte çizgi film izleme seanslarına da şahit oluyoruz. Ruben babasının ölümünden sonra, birlikte çizgi film izledikleri o odaya gittiğinde aynı filmi tekrar izlemeye katlanamadığını söylüyor doktoruna.
Hastaları ilk eseri Ruben’e getirdikten sonra adam da bu işten zevk almaya başlıyor ve Hopper, Botticelli, Velázquez, Magritte, Picasso, Gauguin, Manet, Bazille derken dünyayı dolaşıp soymayı bir iş haline getiriyorlar ve yakalanmıyorlar da. Haberlerde ”seri hırsız” değil ”koleksiyoncu” tabirleri kullanılıyor.
Koleksiyoncunun hırsızlık haberleri ve kellesine biçilen paralar ekranlara çıktıkça, mafya da sanat işine atılmaya karar veriyor ve onlar da bir sonraki tablonun nerede çalınacağının peşine düşüyor.
Filmin görselleri kadar müziklerine de inanılmaz özenilmiş ve karakterlerden birinin gittiği bir barda Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox‘tan ”Oops!… I Did It Again” uyarlamasıyla şenleniyoruz.
Çizimlerinden Les triplettes de Belleville (2003), Waking Life, The Congress ve konusundan da Inception havası aldığımız Ruben Brandt, Collector’da, birçok sanat eseri ve akımının yanı sıra yönetmenin Gümüş Ayı ödüllü My Baby Left Me (1995) kısa filmine de gönderme var (bardaki gazetelerden birinde manşetlerde bu ismi görüyoruz).
Biraz sonra bizi pek hoş bilgiler beklemiyor. Doktorumuz Ruben’in babası Gerhard Brandt‘in, bilinçaltı üzerinde deneyler yapan ve oğlunu da sanatçı yapmak için bilinçaltı teknikleri kullanan bir bilim insanı olduğu açığa çıkıyor. Gerhard, Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı’nda (Stasi) görevli bir psikoteknik (siyasi propagandalar gibi psikolojinin pratik uygulamaları) uzmanı. 1967’de bilinçdışı algı deneyleri yaptığı CIA’dan emekli olmuş. Sonrasında karısı ve iki çocuğuyla Amerika’ya taşınmış.
Dedektif Kowalski’nin titiz takibi sayesinde, Ruben’in rüyalarından birine giren adamın Andy Warhol‘un Elvis’i olduğunu ve babasının bilinçaltı deney seanslarında kullandığı filmin içinde beyin yıkama malzemesi olarak yer aldığını öğreniyoruz. Sonrasında zaten Ruben’in tüm kabuslarını ele geçiren tablolar, Kowalski’nin bulduğu, reklamlarda ve sinemada kullanılan bir etkileme yöntemi olan 25. kareye göndermeler içeren film makaralarından bir bir çıkıyor. Burada bir gerçek daha açığa çıkıyor ama o da buraya kadar okuyan olduysa sürpriz olarak kalsın yine de.
Son soygun planlanıldığı gibi gitmiyor. Tokyo’daki bir pop art sergisinde, ekip Elvis’i çalmak üzereyken foyaları meydana çıkıyor ve müzenin altını üstüne getirmelerine rağmen bu da performansın bir parçası sanılarak olay tam bir şova dönüşüyor ve performans sanatı adı altında her şeyin alkışlanmasına gönderme yapılarak kahramanlarımız alkış yağmuruna tutuluyorlar.
Filmin sonunda Ruben, huzur içinde, tablolarına karşı viskisini yudumlarken yine bir kabusun içinde olduğunu sanarak uyanıyor ama aslında korktuğu şey sadece trenin sallantısından ibaret. Artık kabuslara son. Tüm tablolar elinde ve huzuru yudumluyor. Kucağındaki sanat kitabını okurken uyuyakalmış sadece. Bu ilk alternatif. Ama ikinci alternatife göre her şey bir rüyadan ibaret maalesef… Ruben tüm film boyunca sadece kendisine hediye edilen sanat kitabını okurken uyayakalmıştır. Camda da hayal ettiği kardeşinin yansımasını görür. Yönetmen ucu açık bir sonla veda etmiş sanabiliriz ama aslında filmin başındaki Frigyes Karinthy‘nin ”In my dream I was two cats and I was playing with each other” (Rüyamda iki kediydim ve birbirimle oynuyordum) cümlesi tüm izlediklerimizi özetliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ruben Brandt, Collector; dadaizm, sürrealizm, çeşitli resim akımları, psikanaliz, subliminal mesajlar ve her karesinde sayısız göndermelerle (saniyelik bir sahnede bile senaryoda rolü olmayan bir karakterin ne izlediğine durdurup bakarsanız tv ekranındaki kesik at kafası ve Godfather göndermesini görmeniz bile an meselesi) dolu, ustalıkla işlenmiş görsel bir şölen gerçekten. Zevk almasını bilen için tekrar tekrar izlemelik. Çağımızın ”L’Âge d’or”u.