Üyelerinin her bir adımı basın tarafından takip edilen, düğünleri milyonlarca insan tarafından izlenen, sevilen, bir o kadar da nefret edilen, belki de dünyanın en ünlü ailesi… Kimler geldi aklınıza? Tabii ki Windsor Hanedanı. Yıllar içinde onlarca farklı filme ve diziye konu olmuş olsalar da bunlardan bir tanesi –ve en tazesi- aralarından sivrilmeyi başarıyor: The Crown. Konusu, sinematografisi ve casting tercihleriyle geçtiğimiz birkaç yılın en çok ses getiren yapımlarından olan dizinin 4. sezonu 15 Kasım itibarıyla Netflix’te ve koyduğu çıtasını yükseltmeye devam ediyor. Margaret Thatcher’ın 11 yıl süren başbakanlık dönemine ve Prens Charles’ın Leydi Diana Spencer’la olan çalkantılı ilişkisine odaklanan yeni sezonda, İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) eylemleri ve Falkland Savaşı gibi aynı dönemde gerçekleşen tarihsel olaylara da yer veriliyor. Başarılı oyunculuklar ve olayların aktarımındaki doğruluk payının yüksek olması da kraliyet ve Britanya tarihi meraklıları başta olmak üzere izleyen herkesi ekrana kilitliyor.
Sezona İngiltere’nin Muhafazakâr Partisi olan Tory’lerin zaferiyle başlıyoruz, yıl 1979… İngiltere’nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher, nam-ı diğer Demir Leydi karşılıyor bizi. Kendisine dair pek bilginiz yoksa ve feminist bir profil çizdiğini hayal ediyorsanız, ilk bölümden itibaren görecekleriniz sizi biraz şaşırtabilir çünkü kendisi son derece geleneksel bir kadın. Bir o kadar da güçlü ve sert. İlk kez basın tarafından kendisine yakıştırılan lakabını hakkıyla taşıyor diyebiliriz. Karşısında ise yılların olgunlaştırdığı ve çocuklarına soracak olursak biraz da zalimleştirdiği Kraliçe Elizabeth var.
Thatcher çoğu Muhafazakâr Parti üyesi gibi ateşli bir monarşi yanlısı olsa da Britanya’nın en güçlü iki kadınının arasından su sızmıyor demek pek de mümkün değil. Başbakan’ın siyasetinden taviz vermeyen tavrı sadece halkla değil, Kraliçe ile olan ilişkisinde de gerginliklere yol açıyor. O kadar ki Kraliçe tahtını ve monarşinin geleceğini tehlikeye atacak bir hata yapma noktasına geliyor… Yıllar içinde ilişkilerindeki bu soğukluk yerini güvene ve karşılıklı derin bir saygıya bırakıyor, hatta Kraliçe’nin hükümdarlığı boyunca cenazesine gittiği iki başbakanından birisi de Thatcher oluyor (diğeri Winston Churchill).
Sabırsızlıkla görmeyi beklediğimiz bir diğer karakter ise Leydi Di. Lafa casting başarısına övgüler yağdırarak girmek istiyorum. Dört sezon boyunca gördüğümüz hemen hemen tüm oyuncular, oynadıkları tarihi karakterlere inanılmaz benziyordu. Fiziksel bir benzerlikten bahsetmiyoruz sadece. Mimikleri, ses tonları, konuşma tarzları ve vurgularıyla bir bütün söz konusu. Emma Corrin’in Diana’sı kişisel olarak beklentilerimin çok ama çok üstündeydi. Prenses tüm dünyada çok sevilen bir kişilik olduğu ve trajik ölümü herkesi derinden etkilediği için kendisine hayat verecek olan oyuncunun sorumluluğu oldukça büyük. Corrin bu sorumluluğun farkında olarak rolüne çok iyi çalışmış ve altından başarıyla kalkmış.
Charles ve Diana’nın nişan röportajı başta olmak üzere Prenses’in diğer kayıtlarını izleyerek Corrin’in yorumunun güzelliğini daha net görebilirsiniz. Sezonun son bölümlerinde Diana’nın Charles ile olan ilişkisinin son demlerini ve hanedana bir nevi savaş açmaya hazırlandığını görüyoruz. Meşhur BBC röportajı da bir sonraki sezonda gelecektir diye düşünüyorum. Yakın Britanya tarihinin en önemli üç kadınını birlikte izlediğimiz bu sezon, tabiri caizse adeta bir “Titanların Savaşı”. Özellikle Thatcher ve Kraliçe’nin incelikle yazılmış diyalogları, izlemesi en keyifli sahnelerden. Gillian Anderson’ın inanılmaz yorumuna ve Olivia Colman’ın iki sezondur izlediğimiz Kraliçe Elizabeth’ine hayran olmamak da elde değil.
Uyarı: Yazının bu kısmı eser miktarda spoiler içerir. Diziyi henüz bitirmediyseniz koşarak uzaklaşmanızı öneririm.
Bahsetmezsek olmaz dediğim detaylardan biri, The Balmoral Test adlı 2. bölümdeki geyik avı ve Diana arasındaki bağlantı. Bölüm boyunca Kraliyet ailesinin yazlık evi olan Balmoral Şatosu’ndayız. Aile, Kraliyet arazisine kaçan yaralı bir geyik olduğu haberini alıyor ve adeta bir seferberlik düzenleniyor. Prenses Anne’in dediğine göre Kraliyet’in İskoçya’daki evinde yıllardır böyle görkemli bir geyik avlanmamış, yani ender görülen bir durum söz konusu… Tıpkı Diana’nın aileye ve monarşiye yeni bir soluk getirmesi gibi. Daha önce halk tarafından hiçbir kral, kraliçe, prens ya da prensesin bu kadar benimsenmemesi, kimsenin kurallara onun kadar kafa tutmamış olması, kendisine yapılan haksızlıklara sessiz kalmaması, kısacası her şeyiyle bambaşka bir kadın Diana.
Mevzubahis geyik kraliyet arazisine kaçarken, Diana da kraliyet ailesine giriyor. Yara almış olması Diana’nın hassaslığına, bulimia hastalığına ve travmalarına, ölümü ise pek çok farklı şeye gönderme olabilir. Ölümünden basının ona olan saplantısını sorumlu tutan çok kişi olduğunu biliyoruz, buna oğlu Prens Harry de dahil. Basının bu takıntısı, Kraliyet’in bir parçası olmasıyla başlıyor ve giderek artıyor. Paris’te şoförünün peşlerindeki gazetecileri atlatmaya çalışırken kaza yapmasıyla hayata gözlerini yumuyor. Böylece kraliyet evliliği aslında dolaylı yoldan ölümüne sebep olmuş oluyor. Bir diğer akla gelen konu ise Prenses’in Kraliyet tarafından öldürüldüğünü iddia eden komplo teorileri. Son kurşunu sıkan kişi Kraliyet ailesinin önde gelen üyelerinden Prens Philip olunca, senaristler yine bir gönderme yapmak istediler mi diye düşünmeden edemiyor insan. Acaba Lilibeth bu bölüm hakkında ne düşünüyor? Dizinin sıkı takipçisi olduğunu biliyoruz malum.
Evet, gerçek. Lord Mountbatten, IRA tarafından düzenlenen bir suikastte torunu ve birkaç yakını ile beraber ölüyor. Dizide yer verilmeyen nokta ise tekneden bacakları neredeyse tamamen kopmuş halde olsa da sağ kurtarılmış olması. Ne var ki karaya çıkartılamadan hayatını kaybediyor. Ekrana yansıtmak istememelerinin sebebi dizinin genel görüntüsüne uygun olmayacağı ya da seyirciye ağır geleceği düşüncesi olabilir. Dört sezon boyunca çok az şiddet ve cinsellik içeren sahne gördük. Bu da dizinin çizgisi hakkında belli bir fikir veriyor.
Yine gerçek. Leydi Di uzun yıllar boyunca bulimia ile savaşmış, hatta bir dönem o kadar zayıflamıştır ki basının bir şeylerin farkına varmasına ramak kalmıştır. Prenses Diana’nın Kayıp Sırları (orijinali Diana In Her Own Words) adlı belgeselde kendisinden dinleyebilirsiniz.
Tam olarak dizide gördüğümüz şekilde vuku bulmuş olmasa da evet, gerçek. Konunun işlendiği 5. bölümde Fagan ve Kraliçe’nin uzunca sohbet ettiğini görüyoruz. Kraliçe her ne kadar korksa ve sonunda polis çağırsa da sakinliğini koruyor ve Fagan’la olan konuşmasını elini sıkarak noktalıyor. Gerçek olayda aralarında herhangi bir diyalog geçtiği dahi söylenemez. Fagan, Kraliçe’yi ülkenin gidişatı konusunda uyarmak için değil, kullandığı “sihirli mantarların” etkisiyle saraya girdiğini ve böylece kendini Kraliçe’nin odasında bulduğunu söylüyor. Senaryo Thatcher yönetimindeki artan işsizlik ve yüksek enflasyonu gözler önüne sermek için bu şekilde yazılmış olabilir.
Ne yazık ki gerçek. Kraliçe Elizabeth’in annesi olan Elizabeth Bowes-Lyon’ın erkek kardeşinin kızları Katherine ve Nerissa Bowes-Lyon, ailenin ‘Kraliyet soyuna olan güvenin zedelenmemesi’ adı altındaki çıkarları için ömürleri boyunca bir hastaneye kapatılmış ve orada ölmüştür. Diziden farklı olarak Kraliçe ve annesi, kızların yaşadığını çok daha sonra öğrenmiştir ancak yine de ziyaretlerine gitmemiş ya da görüşmemişlerdir.
Uzun lafın kısası, yine bomba gibi bir sezon getirmişler önümüze. Bakalım final sezonu olacağı açıklanan 5. sezonda neler göreceğiz. İşin en hoş olmayan tarafı da bir yıl daha bekleyecek olmak… Çıtayı yükseltmeye devam ederlerse bir değil iki, hatta üç sene bile beklenir diye düşünüyorum gerçi. Bir Game of Thrones final sezonu vakası daha kaldırmaz bu kalpler. ?