Bölümleri izledikçe yorumlarımı bu yazı altına eklemeye devam edeceğim
2004 -2009 yılları arasında, Showtime’ı kasıp kavuran The L Word’ün, devamı değil de yeni jenerasyona uyarlaması olan The L Word: Generation Q‘nun ikinci sezonu son hız devam ediyor. Bildiğiniz gibi The L Word: Generation Q 1. sezonun incelemesini bu yazıda yapmıştım. Bu sezon Bette Porter, Alice Pieszecki, Shane McCutcheon‘a ek olarak, ilk versiyondan hatırlayacağımız birkaç yan karakter daha eklenmiş. Gerçi ”yan” demek ne kadar doğru olur bilmiyorum zira bu demirbaş üçlü isim bile yan karakter olarak yazılmış Gen Q’da neredeyse. Dolayısıyla diğer eskiler iyice dış kapının dış mandalı oluyor. Bundan sonrası sırayla SPOILER da içeren bölüm incelemeleri olarak devam edecek. Bu sefer ilk sezondan iki bölüm daha fazla sürecek bir sezonla karşı karşıyayız ve haydi gelin yine ilk harfi ”L” ile başlayan yeni bölümlere sıradan göz atalım.
Gen Q ilk sezon nasıl aile kurma ve evlat edinme/çocuk doğurma ekseni etrafında geçtiyse bu sezon da Shane’in bar işletmeciliği ile karışık poker macerası, Alice’in her zamanki salaklık derecesindeki saflığı, Finley’in her taşın altından çıkması ve tüm karakterlerin aklı bir karış havada yanlış seçimleri etrafında geçiyor. Ana hikaye namına hiçbir unsur yok, yan hikaye bile zar zor çıkmış ve kendini tekrar edip duruyor; jenerik bile yine akılda kalıcı değil. İlk bölümden başlayan ve tüm sezona yayılan garip ve gereksiz Sophie ve Dani çekişmesi de tüm hızıyla devam ediyor ve artık kabak tadı verdi. Keşke Sophie ve Finley ilk sezonda havaalanında buluşup başka şehre gidip diziden de ayrılsaymış. Angie desen, ilk sezondaki yapıştırıcı halinden eser yok şimdi. Tam tersi onun yüzünden eşler birbirine girip duruyor. Angie karakteri de olmasa bir eksikliğini hissetmezmişiz sanki. Ya da o jenerasyona özel The L Word: Junior yapılabilir, bilemiyorum Altan. Bette’i de valiliği tutmayınca küratörlüğünden yürütmeye çalışmışlar ama kendisini zar zor görebildiğimiz için, yine bu karakterin de ne yaptığı ne ettiği detaylı anlatılmadan birdenbire ne hissettiğini göstermek çok havada bırakıyor her şeyi. Tina ile Carrie’ye ise diyecek bulamıyorum, belki sonra konuşurum. Late to the Party’e isminin hakkını veren de tabii ki Finley.
Alice Nat’ten ne zaman vazgeçecek acaba? Poliamoriye uygun olmadığını bildiği halde kendini zorlaması, bu durumu kabul etmemesi artık acıdan beslendiğini düşündürmeye başladı bana. Geçen sezon ne güzel resti çekmişti ama özür dilenince hemen yumuşuyor maalesef. Shane’nin baba kuş gibi bir kenarda sakin sakin oturup etliye sütlüye karışmadan bar işletmesi garip geliyor. ”You look very Shane” today diye bir cümle vardı bir zamanlar. Artık yerinde yeller esiyor. Tina’yı da öyle bir serpiştirmişler ki ”hem karnım doysun hem pastam dursun” hesabı. Diziden yeni haberi olanlar için arada taze kan oluyor, ilk versiyonunu özleyenler içinse gereksizlik abidesi sahnelerle arz-ı endam ediyor. The L Word’ün tüm bölümlerini Ilene Chaiken yazmıştı; Gen Q’yu ise Marja-Lewis Ryan yazıyor ve dizinin kökenini öldürmeye ve eski fanatiklerin gönlünü almamaya kararlı gibi. Aynı şekilde The L Word’ün 14 bölümünü yönetmiş isim Rose Troche’nin Gen Q’da sadece bir bölümcük yönettiğinin notunu da düşeyim.
Ana hikayenin olmaması boşluğundan Angie’nin babasını araması (ki adam sadece anonim kalmak şartıyla bu bağışı yapmak istediğini vurgulamıştı seneler önce) gibi gereksiz yan hikayeler ortaya çıkmış. Dertsiz başlarına dert arıyorlar resmen. Sadece araştırma yapıp tanışsa yine iyi; kız sperm donörüne organını bağışlama noktasına gelmek üzere. Angie’nin sahnelerinde çok sıkılıyorum cidden. Öte yandan The L Word S1E4’teki, Bette’in Stendhal Sendromu‘na yeniden şahit olduğumuz bir bölüm daha oldu. En başından beri favori karakterim Bette Porter, Gen Q’da çok yapmacık gelmeye başladı nedense. Nerede Cursing Goddess, nerede estetikten ağlaması bile yapay duran Bette…
Bu bölümün güya şaşırtıcı unsuru Bette’in, inzivaya çekilen ve sanat camiasına küsen sanatçı Pippa Pascal‘ın peşine düşmesi ve evini basmasıydı ama o bile bana ”meh” dedirtti. Bitirme tezi, o zamanlar Yale Üniversitesi’nde bir lisans öğrencisi olan Bette Porter’a, karşılaştırmalı edebiyattan sanat tarihine geçirmesi için ilham veren Pippa’nın öyküsü şöyleydi bilmeyenler için:
Bette 1990’larda galerisini açtığında, Pippa zaten sanat dünyasında bir süperstardı. Irk, baskı ve cinsel şiddet üzerine sanat yapan tek ana akım sanatçılardan biriydi.
2000 yılında, Pippa The New York Times’da sanat dünyasını ”siyahi karşıtı” olarak adlandırdığı bir makale yayınladı. Daha sonra kara listeye alındı ve sanat sahnesinden kayboldu. O zamanlar, Pippa’nın benlik duygusu işine bağlıydı ve sanat dünyası tarafından reddedilmesi onu derinden incitti ve bir daha geri dönme konusunda çok dikkatli olmasına neden oldu.
The L Word’den hatırladığımız ve dizi için pek de önemli olmayan bu hikayeden sonra bu sezon 10 bölümden 1’ini kaplayacak şekilde senaryoya sokulmuş Pippa. Hoş gelmiş diyelim ne diyelim.
Jennifer Beals ve Laurel Holloman tarafından sosyal medyada oldukça fazla paylaşılan ve öne çıkartılan beşinci bölümün odağında Porterların aile terapisi vardı. Angie bildiğiniz gibi donörüyle tanışmak ve #blacklivesmatter adı altında hayatını kurtarmak için kendisine organını bağışlamak istiyor ve ailede deprem etkisi yarattı bu gelişme. Micah’ın yönetiminde yardım almaya gittiler ama Carrie’nin gelmesi çok gereksizdi. Tibette hatırına bir el ele tutuşma da yaşandı bitti saygısızca. Tina adeta ”ben birkaç aile sahnesine gelirim, onun dışında Bette’e elimi sürmem ve ortamlarda da gözükmem” şeklinde bir Şoray Kanunu getirmiş gibi:(
Bölümün sürprizi ise en son Legend in the Making (2007) bölümünde Tess’in sevgilisi olarak gördüğümüz Cherie Jaffe (Rosanna Arquette) idi. Yani bari Carmen falan gelseydi.
Planet’teki buluşmaların ve toplu dedikoduların, yasların, tesellilerin, kahkahaların, entrikaların, dostluğun yerini tutan bir arkadaş grubu yok Gen Q’da ne yazık ki. Dolayısıyla bu bölüm için parlatılan karaoke sahnesi de çok yapay geldi bana. Shane, Bette ve Alice sanki orada tanışıp zoraki sahneye çıkarılmış gibi oynamışlar. Nerede o eski can ciğerlik.
Bette ile Gigi’yi neden sevgili yapmaya çalışmışlar ki? İki dominant hiç yakışmıyor hatta çoğu sahnede Gigi’yi Bette sanıyorum saçı ve giyiminden dolayı. Angie yüzünden terslendi diye Gigi evden gitti ve ilişkileri bir anda bitti mi yani? Gigi ne yaptı da Bette konuşmuyor, anlayan beri gelsin? Aynı şekilde Carrie de aile terapisine geldi ve dönüşte sürtüştüler diye nişan mı atıldı hemen? Yoksa her şey Tibette’i geri getirmek için mi? Alice’in radyoda çalışırken tuttuğu bir ilişki haritası vardı. Keşke onu tekrar yapsa ya da güncellese.
Bu sezonu öyle bir yazmışlar ki yeni Shane, Gigi ya Finley derken Bette’i de hovarda olarak araya sıkıştırmaya çalışmışlar ama olmamış sanki ya. Tina’nın elini tuttu, unutamadı derken Gigi’den sonra Pippa’nın kollarında buldu kendini. Herkes iç sesini dinleyip karar versin artık kim ne istiyor. Bir de bölüm çok komik bitmedi mi ya? Düğün basıp olay çıkarmaktan korkmayan Finley, alkollü araba kullanırken polis çevirdi diye dut yemiş bülbüle döndü. Bunun altından başka ek bir neden çıkmayacaksa bölümü çok saçma bir şekilde keserek bitirmişler. İlk bölüm açıklamasında da bahsettiğim gibi, ana hikayeden bihaber olduğumuz için her bölümde kim kiminle nerede oynar olduk. Keşke Marja Ryan yerine tekrar Ilene Chaiken yazsa bölümleri.
Gelin bu bölümün açıklanan sinopsisine bakalım: Şaşırtıcı bir olay, Bette ve Dani arasında bir gerginlik yaratır. Shane, Tess için gerçek duygularıyla yüzleşmek zorunda kalırken; Alice, kitabının lansman partisinde Tom’a bir sırrı açıklayıp açıklamayacağını sorgular. Bu arada, Sophie ve Finley, şok edici bir olayın ardından devam etmek için mücadele eder; ve Micah’ın bir iş arkadaşıyla karşılaşmasının beklenmedik bir sonucu olur. Şimdi soruyorum: burada ana hikaye nedir? Hangi karakterin, kiminle, ne zaman nerede sevişeceği üzerinden ilerleyen, oldukça dağınık, doğaçlama denebilecek kadar savsak bir sezon var yine önümüzde. Bitmesine iki bölüm kala hala ne yapacağını bilmeyen Sophie & Finley ile uğraşıyoruz. Sophie’in bir anda uzaklaşmasının ise oldukça yapay durduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Shane uslu çocuk olmuş anladık. Kaç bölümdür onların hikayesini de güvercin adımlarla ilerletiyorlar. Alice desen ilişkilerinde ”third wheel” olmaya devam ederek ortada kalmış vaziyette ama sonunda mutlu olacak gibi duruyor. Yine de orijinal L Word’ün hatırına izlemeye devam ediyoruz.
”Yavaş yavaş sona yaklaştığımızdan mıdır yoksa gerçekten diğer bölümlerden iyi miydi?” konusu tartışılır bir final öncesiydi. Karakterlerin benliklerini keşfi üzerine odaklanan bu bölümde ilginç bir şekilde Tibette de görmüş olduk. Çocuklarının hayata gelmesini sağlayan sanatçı arkadaşlarının, ölüm döşeğinde olduğunu göstermeleri de ne kadar gerekliydi yine bilmiyorum. Adam zaten ”ben bağışımı yaparım ama gerisine karışmam” şartıyla donör olmuştu. Dertsiz başına dert arayan Angie yüzünden elimizdeki son bölümler de erimiş oldu bu ayrıntıyla. Yine önceki bölümlerde hatta önceki sezonda bile gösterilmeyen Finley’in alkolikliği konusu peydah oldu birden. Son iki bölüme sığdırılmaya çalışılan Sophie ve Finley açmazını keşke biraz daha derinleştirselermiş. Bu şekilde izlenmiyor.