Başka Sinema‘nın Festival Scope’ta gösterilen festivali Başka Bir Ocak kapsamında Two of Us‘tan sonra izlediğim ikinci filmdi The Nest. Fragmanını izleyip izlemediğimi tam hatırlayamıyorum ama afişleri filmdeki baş karakterin kişiliğini doğru yansıtabilmek adına gerçekten çok iyi bir tercih olmuş. Balmumu gibi bozulmaz, gerçekçi, göz alıcı, fiyakalı karakterimiz Rory O’Hara’nın (Jude Law) olmayan dünyasında geçiyor her şey. Bir Başkadır ve Azizler’den sonra üçüncü bir yalnızlık filmi daha. 2020’nin en iyilerinden mi emin değilim ama iyilerinden olduğu kesin.
Sean Durkin‘in yönetmenliğinde dünya prömiyerini Sundance‘te yapan film, 80’lerin nostaljik atmosferine ve bir korku filminde bekleyebileceğiniz tüm unsurlara sahip ama amacı da bu değil zaten. Bir ara gerçekten acaba türü arasında korku da var mı diye emin olmak adına IMDb’ye bakmadım değil. Durkin, atmosfer olarak The Rental, The Eyes of My Mother gibi yapımcılığını yaptığı korku filmlerinden etkilenmişe benziyor. Ailemiz iki çocuklu çekirdek bir aile. 10 senede toplamda 4 ev değiştirmiş olmaktan haklı olarak şikayetçi anne Allison O’Hara (Carrie Coon) ise bir sabah uyandığında beşinci kez ev değiştirmeleri gerektiğini söyleyen kocasının sözüyle sarsılıyor yine. Burada Carrie Coon’a büyük bir parantez açarak tekrar kendisinin ne kadar Anna Torv‘a hatta Anna Torv ve Blake Lively’nin ortak yapımı olduğuna benzediğini söylemek istiyorum. Hatta hatırlayanlar bilir, kendisi zamanında Twitter biyografisini ”Anna Torv değilim” yapmak zorunda da kalmıştı. Şu an sadece ”Mindhunter’daki ben değilim” yazıyor. Ama kafamız hala karışık be Carrie:/
Durkin, 2011’de Sundance Film Festivali’nde ürkütücü draması “Martha Marcy May Marlene” ile bir sıçrama yapmıştı ve Elizabeth Olsen’ın da kariyerinin başlamasına vesile olmuştu. O zamandan bu yana, Durkin esas olarak televizyonda yönetmenlik yaptı (“Southcliffe”) ve arkadaşlarından oluşan bağımsız şirket Borderline Films’in (“James White,” “Christine,” “Annemin Gözleri”) yapımlarına öncülük etti. Yönetmen sonunda Sundance’e “The Nest” ile geri dönmüş oldu. Nest, 1980’de İngiltere’ye gitmek için Amerika banliyösünden kaçan İngiliz bir girişimci (Jude Law) ve Amerikalı eşinin (Carrie Coon) hikayesini anlatıyor.
Filmde karakterlerin geçmişine pek şahit olamasak da, birkaç cümlesinden tahlilini yapabildiğimiz hırslı baba Rory, fakir büyümüş ve artık zenginliği sonuna kadar hak ettiğini düşünen ve sürekli ”yırttık abicim yırttık” diye gezinen bir Ayrılsak da Beraberiz Feridun. Kafanızda oturması adına güzel bir benzetme oldu sanki. Sadece, Feridun ortamlarda zengin çocuğu numarası yapmıyordu o kadar. Rory maalesef yapıyor ve hatta yalanlarına kendi de inanıyor. İnanmasa bile bir çeşit rahatlama hissediyor kendini olmadığı, havalı biri gibi anlatınca. Başlarda iş anlaşması bağlamak için böyle yaptığını düşündüğünüz Rory’nin maalesef kişiliğinin böyle olduğunu anlıyorsunuz er ya da geç.
Allison ise var olanla yetinmeyi ve atıyla vakit geçirerek ve insanlara at binmeyi öğreterek kendi parasını kazanmayı seven, mutlu, orta halli bir anne. Kocası tarafından kendi işini kurması ve başkalarına çalışmaması gerektiğiyle ilgili didiklenmelere maruz kalıyor bu son taşınma mevzusunda. Yeni evleri tam bir saray. 4 kişilik bir aile için gereksiz ve abartı büyük. Tam bir korku malikanesi. İçmeye ayranı olmayan Rory, çeşmeye atla gidiyor. Bu kadar büyük bir evi dolduracak eşyaları bile yok ama taşınma hediyesi olarak karısına çok pahalı bir kürk de almayı ihmal etmiyor. Karısına hatta kendi işini artık evin kocaman bahçesinde yapabilmesini sağlayabilmek için bir at çiftliği bile inşa ettiriyor. İşçilerin gelmeyi kesmesinden işkillenen Allison öğreniyor ki çekler karşılıksız çıkmış ve adamlar paralarını alamamış. İş yarım kalıyor.
Filmin başında taşınma esnasında da huzursuzlandığını fark ettiğimiz güzel siyah atımız, bir gün Allison’ın yanında fenalaşıyor ve vurulmak zorunda kalıyor. Buradan itibaren kırılma başlıyor. Artık laneti mi dersiniz ne derseniz diyin ama, Allison ve Rory arasındaki kara bulutlar evin içinde dolaşmaya başlıyor. Atın bu iki karakter arasında bir köprü, bir şeylerin habercisi bir metafor görevi gördüğünü söyleyebiliriz.
Filmde beklediğim bombalar bir türlü patlamasa da böyle olmasının hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Allison karakterinin ayakları yere basan, kendi parasını kazanan ve eril egemenliğini kabul etmeyen bir karakter olması da güzeldi. 2020’de kaçırdığınız yapımların sayfalarını karıştırma aşamasındaysanız The Nest’e de bir şans verebilirsiniz.