“Güzel Kızlar Hep Gülümsemeli” mi?
Coralie Fargeat, 2017 yapımı Revenge filmiyle büyük çıkış yakalayarak, feminist bir perspektifle ele aldığı bu intikam hikayesiyle izleyicilerin beğenisini kazandı. Yönetmenin The Substance ile daha önceki işlerinden izler taşıyan bir temaya yöneldiği söylenebilir; zira The Substance da kadınların karşılaştığı toplumsal baskılar ve cinsiyet normları üzerine düşünmeyi cesurca teşvik ediyor. Dahası, Hollywood’un gençlik ve güzellik takıntısına dair seyir zevki yüksek, radikal bir yüzleşme sunuyor.
The Substance’ı izlerken, daha önce okuduğum hiçbir inceleme yazısının beni karşılaşacaklarıma hazırlayamadığını fark ettim — özellikle de son yarım saatinde. Filmin hassas mideliler için olmadığını söylemek malumun ilamı olur. Yine de ne kadar hazır olduğunuzu düşünseniz de yeterli olmuyor. Peki, The Substance’ı sıradan bir body horror örneğinden ayıran ve övgülere boğulmasına sebep olan şey ne?
Film, daha ilk dakikalarından göze batmayan, incelikli mesajlar vermeye çalışmayacağını; aksine, mesajını bangır bangır bağırarak gözümüze sokacağını belli ediyor, ilerledikçe groteskliği de artıyor. Normal şartlar altında olumsuz olarak eleştireceğimiz, didaktiklik olarak da yorumlayabileceğimiz “kör kör parmağım gözüne” seviyesindeki doğrudanlık, filmin avantajına dönüşüyor. Çünkü irdelediği tema, gün geçtikçe artan bir sıklıkla karşımıza çıkan ve kendisi de incelikten tamamen yoksun olan bir gerçeklik: gençlik ve güzellik takıntısı. Yönetmen Coralie Fargeat, gençlik ve güzellik baskısının yıkıcılığını, karakterlerine uzun uzun tiratlar attırmak yerine, filmin geneline sirayet eden ve dozu gittikçe artan Cronenbergvari bir aşırılık ile anlatıyor. Daha doğrusu, anlatmıyor; gösteriyor!
İşlenen gençlik ve güzellik saplantısı ile sözde mükemmellik uğruna feda edilebilecekler teması, aklıma ister istemez Fleabag’in unutulmaz “kötü feministler” sahnesini getiriyor: Motivasyon konuşmacısı, mükemmel bir vücut uğruna ömürlerinden beş yıl verebileceklerini düşünenlerin el kaldırmasını ister. Fleabag ile ablası ellerini kaldırırlar. Kendilerinden başka kimsenin el kaldırmadığını gören Fleabag, “Kötü feministleriz!” der. Doğduğumuz günden beri sonu gelmeyen bir gençlik ve güzellik övücülüğüne maruz kalırken elini kaldırmayanlar ne kadar samimi? Kaçımız “iyi feministler”iz?
The Substance’ın afişi, bize talimatlara uyarsak neyin yanlış gidebileceği sorusunu soruyor. Gerçekten, hiçbir şeyin yanlış gitmeyeceğinden emin olduğumuz bir senaryoda hangimiz The Substance’ın kullanımına hayır diyebilir? Özellikle de Elizabeth’in filmin başlarında tesadüf eseri öğrendiği gibi daha genç ve mükemmel olanla değiştirilmemizin an meselesi olduğunu öğrendiğimizde… Sorulması gereken bir diğer soru da talimatlara uymayı başarıp başaramayacağımız. Kendimizin “genç ve mükemmel” versiyonu olarak yaşayacağımız bir haftanın ardından, yine bir hafta boyunca “yaşlı ve kusurlu” halimize döneceğimiz senaryoda, kaçımız tıpkı Sue’nun yaptığı gibi talimatları ihlal etme pahasına genç ve mükemmel halimizin zamanını biraz daha uzatmak için elinden geleni yapmaz?
Sue, her seferinde Elizabeth’ten daha fazlasını alarak “genç ve mükemmel” periyodunu uzatmaya çalışırken, kendisinde oluşan ilk “kusur”da daha mükemmelinin peşine düşerken öngörülen bir mahvoluşa sürükleniyor. Çünkü kabullenemediği gerçeklik peşini bırakmıyor: “İkisi de o!” Sue, kaçınılmaz olarak akıllara Dorian Gray’in Portresi’ni getiren bir şekilde, gençlik ve mükemmeliyet arayışında yine kendisini sömürerek “besleniyor”.
Fargeat’ın kamerası sürekli olarak yakın çekimlerle karakterlerinin yüzlerine ve vücutlarına odaklanıyor. Çıplak kadın vücutlarının sıklıkla ve cömertçe sergilenişi, filmin kimilerinden yerdiği kültüre hizmet ettiği eleştirisini almasına sebep olsa da benim fikrim, bu bilinçli tercihin karakterlerin fiziksel mükemmeliyet arayışlarını daha derinden hissetmemizi sağladığı yönünde. Bu süregiden yakınlık, bizleri karakterlerin dünyasına iyice hapsediyor ve onların kaygılarını, takıntılarını içselleştirmemizi sağlıyor.
Demi Moore ve Margaret Qualley, güçlü performanslarıyla filmi daha da yukarıya taşıyor. Demi Moore, çok büyük ihtimalle kendisinin de tecrübe etmiş olduğu; zamanı geçmiş ve ıskartaya çıkarılmak üzere olan aktrisin yaşadıklarını sorguya yer bırakmayan bir özümsenmişlik ve çekincesizlikle yansıtıyor. Margaret Qualley, “genç ve kusursuz” versiyonun karikatürize edilmiş temsilini gülünçleşmeden kotarıyor. Dennis Quaid ise canlandırdığı dehşet verici aşağılıktaki yapımcı karakteri ile, tüm groteskliğin içinde dahi en mide bulandırıcı anların mimarı olmayı başarıyor.
Sonuç olarak, The Substance, gençlik ve güzellik takıntısının derinliklerine korkusuzca inen ve bu süreçte body horror türünün sınırlarını zorlayan cesur bir film. Hollywood’un dayattığı mükemmeliyet kavramına yapılan bu sıradışı eleştiri, hem son derece rahatsız edici hem de düşündürücü bir deneyim sunuyor.