Ema

Cannes 2017’de Altın Palmiye için yarışan filmlerden birine çok benziyor konusu. Andrey Zvyagintsev’in yönettiği “Loveless”dan bahsediyorum. Filmde, boşanma arifesinde olan bir çift, kavgalarından biri sırasında ortadan kaybolan çocukları için tekrar güçlerini birleştirmek zorunda kalıyor. Ema‘da ise daha kendini çözememiş ve hayatta gerekli olgunluğa gelememiş olduğunu düşündüğümüz yine sorunlu bir çiftin çocuk sahibi olma çabalarına şahit oluyoruz. (Bundan sonraki yorumlar birazcık keyif kaçırıcı detay içerebilir o yüzden izledikten sonra okumanızda fayda var. Şu an MUBI üzerinden izleyebilirsiniz filmi.)

Çiftimizdeki erkek kısır olduğu için evlat (Polo) edinme kararı alınmış ve sonrasında çeşitli talihsizlikler baş göstermiş. Bizi tabii bu talihsizliklerin en can alıcı kısmının bir özeti karşılıyor filmin başında. Olmuş bitmiş bir olayı sonradan çözmeye çalışan bir dedektif gibi izliyoruz. ”Ne oldu, neden oldu, ne yapacaklar?” diye durmadan kafada sorularla.

100 yıl önce varolmuş hayali bir sokak fikri var kafanda.

Ema (Mariana Di Girolamo), Gastón’un (Gael García Bernal) ekibinde bir dansçı / performans sanatçısı ve aynı zamanda bir okulda da dans hocalığı yapıyor. Evlat edinmelerini iyi yönetemedikleri ve rüşvet sokarak aldıkları çocuğu geri verdikleri için sürekli kavga ve tartışma halindeler ve çevrelerinden de pek kabul görmemeye başlıyorlar kendileri tam tersi olduğunu düşünse de. Burada tam olarak bilemeyeceğimiz konu bence kadının anneliğine ne açıdan ve ne ölçüde hazır olduğu. Oğlu için savaş vermeye hazırlansa da aslında içten içe kendi öz oğlu olmadığı için de üstü kapalı şekilde yaslı ve hırslı. Ayrıca evlat edindikleri oğluyla da pek sağlıklı ilişki kurmadıklarından (hem fiziksel hem de mental olarak) bahsediyordu Gastón. Yani Ema’nın aslında bencilce bir arayışın peşinde olup olmadığı tartışmaya açık bir konu.

Filmin ortalarına doğru Gastón ile evleri ayırıyorlar, hatta kendilerini de. Ema boşanma davası açmak için bir avukatla buluşuyor. Parası olmadığı için karşılığında hizmetçisi olmayı teklif ediyor avukata ama sevgilisi (ya öyle sanıyoruz) oluyor kadının adeta Yeşilçam gelişmesi gibi. Ve gelin görün ki, kadın da evlatlıklarının yeni annesi ve kahramanımız henüz bunu bilmiyor (sanıyoruz ama başından beri planlanmış). Hatta ayrılmak zorunda kaldığı okuldan sonra başka bir okula başvuru yapıp öğretmen olarak kabul edilince Polo ile sınıfında yüzleşiyor ve çocuğu hiç düşünmeden kaçırıyor.

Retrofütüristik Kâbus

Ema’da piromani olma olasılığı da var hatta büyük ihtimalle var. Yani bir şeyleri yakmaktan ve yanan şeyleri görmekten zevk alıyor. Evlatlığına da bunu öğrettiği için çocuk bir yakınlarına zarar vermiş ve sonunda çocuğu da vermek zorunda kalmışlar ortak kararla. Sonraki sahnelerde kadının yine alev püskürtücü ile araba yaktığını da görüyoruz. Hatta daha da ileri gidip bir itfaiyeci (avukatının kocası o da) ile ilişki yaşamaya da başlıyor.

Konusu pek iç açıcı olmasa da, filmin neon renkleri ve sabaha karşı çekilen neo-arabesk görüntülerinin şahaneliğine Nicolas Jaar müzikleri eklenince çok hoş bir performans izliyormuş hissine kapılıyorsunuz. Adeta Suspiria ve Climax çorbası. Ema’nın olası piromanisiyle bütünleşen afişi ve aynı zamanda filmindeki performansın arka planında yer alan Güneş’imsi simge de bu rahatsızlığına güzel bir görsel gönderme olmuş. Ema, aynı zamanda başkaldıran ve dünyanın etrafında döndüğünü sandığı bir Güneş ve ona yaklaşan da bir şekilde kül oluyor.

Film renkleriyle, müzikleriyle, danslarıyla (reggaeton özellikle), gruplarıyla, kaleci saçlı Ema’sıyla ve aidiyet hissiyle bir çeşit kolektif bilinçaltı ve bilinç akışı gibi. Karakterlerin yansıttığı duygu etrafla çok iyi bütünleşiyor. Yanlış giden bir evlat edinme süreciyle birlikte karakterlerin gelişimine ve kolektif akışına konuk olduğumuz filmde, bencillik ve boşvermişlik sınırları içinde, müzikle harmanlanan politik beden üzerinden aile ve birey kavramlarına küçük dokunuşlar yapıyoruz zihnimizde. İzleyenler ne düşünüyor?

Paylaş
Yazar
Gökçe Duman