Zeki, kalemi kuvvetli ama nakit sıkıntısı çeken, lisenin renkli stilize gerçekliği ve Edward Hopper renklerinden ilham alan evdeki gerçeklik arasında bir hayat süren atipik kahramanımız Ellie Chu, aynı okulda okuduğu bir sporcunun ağzındanmış gibi aşk mektubu yazmayı kabul ettiğinde, arkadaşı olacağından veya çocuğun aşık olduğu kişiye çeşitli duygular besleyeceğinden habersizdir. Konusu bu kadar kısa bir cümleyle özetlenecek, tipik bir romantik gençlik komedisi gibi gözüken The Half of It, 16 yıl sonra ekranlara dönen Alice Wu‘nun ikinci uzun metrajı ve tam bir ”iyi hissettiren film”. Film sizi iyi olup olmadığıyla ilgili düşünceler trenine bindirirken, aklınızda kalan güzel anlarla ayrılmış oluyorsunuz. Bundan sonrası filmin tam çözümlemesi olmasa da birazcık keyif kaçırıcı detaylar içerebilir. O yüzden izledikten sonra okumanızda fayda var.
2001 yapımı Hedwig and the Angry Inch‘ten de hatırlayacağınız gibi, ASMR etkili girişinde bahsedilen aşk miti ve ruh eşi kavramı aslında Platon‘un Symposium kitabında geçen bir Aristophanes hikâyesi (Aristophanes, Sokrates ve Platon döneminde komedi oyun yazarıydı ve en büyük Yunan komedi yazarı olarak kabul edilir). Sempozyum, Sokrates’in katıldığı bir akşam yemeği hakkında bir diyalogdur. Akşam yemeği sırasında Sokrates, tipik bir şekilde, ev sahibi ve diğer konuklara sorular sormaya başlar. Diyalog aşk konusuna odaklanır, her muhatap ”aşk nedir?” sorusuna cevap vermeye çalışır. Aristophanes’in hikâyesi, insanların zamanında bir bütün olduğunu ve tanrıların kıskanıp onları ayırdıklarını anlatır. Hayatımızı, diğer yarımızı arayarak geçiriyoruz. Aristophanes’e göre, diğer yarımız aynı veya zıt cinsiyetten biri olabilir.
”Is this really the boldest stroke you can make?”
Film karakterlere yüzeysel dokunmakla yetinmiş ve genel olarak vazgeçmemeye, cinsiyetsiz aşka ve sevilen kişinin değiştirilemeyeceğine odaklanmış bir senaryoya sahip. Yer yer sıkıştırılan sözlü veya sözsüz komedi unsurları kaliteli ve mesajlaşmaların telefon ekranı yerine artırılmış gerçeklik deneyimi gibi gösterilmesi de filme oldukça yakışmış. Okullardaki amigo takımı baskısı üzerinden ”bir örnek olma” ve basmakalıp yönelimlere sığınma mevzularına da güzel dokundurmuş kısa da olsa. En başta bahsettiğim gibi, film beklenen o olmuşluk hissiyatını vermekte sınıfta kalsa da, sürekli tahmin yürütmenizi sağlaması ve iyi veya kötü ters köşeye yatırıp durması da bir yandan değişik ve izlenebilir kılmış temposunu. İzlerken yanlış ipuçlarına takılmak biraz yormuştu ama film bittikten ve üzerinden zaman geçtikten sonra o kadar da umursamıyorsunuz.
Fakat filmin, adına ve girişindeki harika Hayley Morris animasyonuna ilham veren ”ruh eşi” kavramıyla ve bunun karakterlerimizin hayatına nasıl bir bütünlük anlayışı ile oturtulacağıyla şimdilik pek alakası yok. Şimdilik diyorum çünkü sonunda sanki devamı gelecekmiş gibi bir yeşil ışık da yakıyor. Belki de böyle güzel bir girişi ve senaryoya serpiştirilen edebi alıntıları bir mini dizide işlemek daha iyi olabilirdi. Yine de devamı gelecekmiş gibi düşünelim.
Yazar ve yönetmen Alice Wu olunca beklentiler tabii bir tık yüksek oluyor. O yüzden film bitince Dead to Me‘deki gibi kuir tuzağıyla oltaya gelme hissiyatı da yaşamadım değil. Ama kendisinin anlattığına göre, filmin böyle bir derdi de yok zaten. Bize ruh eşi efsanesinden bahsediyor ama ”diğer yarını bulduğunda tamamlanacaksın” vaadi yerine ”daha hayat yeni başlıyor” diyor. Karakterlerimizin kendilerini henüz tam keşfedemediklerini, kararlarını ve cesaretlerini geleceğe yatırım olarak sakladıklarını düşünerek ayrılıyorum filmden. Siz nasıl buldunuz?