Sanırım topluca, uzun zamandır bu kadar akan bir şey izlemedik. Bu kadar kendiliğinden, bu kadar içten, bu kadar doğal, bu kadar şiddetli olduğu kadar da duygusal ve bu kadar da samimi. Tüm sıfatları, tüm kaygıları, tüm övgüleri ve tüm yergileri barındıran bir ”şey” olmuş bu.
Birini sayamayacağınız seneler boyunca tanıdıktan sonra birlikte böyle kayıtlar almak hayatın bir parçası olmalı. Herkes ”veda mektubu” demiş filme ama aslında kül tablasından alınan izmaritin sesini duymak / duyduğunu farketmek gibi bir şey. Yaşlandırma efektlerine kafa takmadan yaşlanmak gibi bir şey. Ne çok ”şey” dedirten bir şey. Yönetmene göre ise ”bulunduğumuz yerden geçmişe bakmak gibi.”
Bir Çin atasözü olduğu söylenen ve aynı zamanda bu yıl Venedik Bienali başlığı olan May You Live in Interesting Times (Tuhaf zamanlarda yaşayasın / hep geçiş zamanlarında yaşayasın) gayet güzel özeti aslında bu 3,5 saatin. Rakam olarak yazması da söylemesi de zor olan bu 3,5 saatin nasıl geçtiğine bırakın üzülmeyi, üzülmekten de beter oluyorsunuz.
Filme dair yazılıp çizilecek o kadar fazla konu var ki. Eminim birileri çok güzel alt okumalarla ve tarihi eşleştirmelerle bunu çoktan yapmıştır. Benimki biraz hatıra defterine yazmak gibi oluyor şu an. Herhangi bir araştırma ve plan yapmadan (en azından bir yere kadar olanı). Sadece biter bitmez bu kalbi kadar temiz sayfalarda bize hissettirdiklerini aksederek.
Bittikten hemen sonra ”The Irishman: In Conversation” başlıyor. Onu da bitirdikten sonra belki masalarında (Scorsese, Pesci, Pacino ve De Niro) bir köşede usulca berhudar olmuşcasına sizlere öğrendiklerimi aktarmak isterim. (Henüz okumayanlarınız varsa, bir önceki cümlede bağlantısını eklediğim, Tan’ın yaklaşık iki sene önce yazdığı neredeyse 10.000 kelimelik Scorsese biyografi derlemesini okumanızı öneririm. Üşenenlere yazı başında zaman tüneli de var.)
The Irishman’de kimler yok ki… Scorsese’nin ilk uzun metraj filmi olan siyah – beyaz Who’s That Knocking at My Door’un (Kapımı Çalan Kim?) ekibinde de yer alan okul arkadaşı Harvey Keitel (kısa süreli de gözükse), uzun yıllardır sinemadan elini eteğini çekmiş olan Joe Pesci (yaklaşık on senedir), True Blood Anna Paquin, hastaneye yattıktan sonra bir daha film yapamayacağına kendini inandıran Scorsese’yi iyi ki ikna etmiş dediğimiz çocukluk arkadaşı Robert De Niro ve usta oyuncu Al Pacino (Scorsese ile ilk filmi) demirbaş olarak yer alırken filmin kurgusu da yine Scorsese’nin okuldan arkadaşı ve uzun yıllardır birlikte çalıştığı Oscar ödüllü kurgucu Thelma Schoonmaker‘a ait. Bunların dışında dönemin birçok önemli ismini de arşiv görüntülerden izliyoruz.
Tan’ın Goodfellas için sarfettiği:
…Hızlı temposunu, efsanevi ve akıllara kazınan müzik seçimlerini, şiddeti sansürlemeden ya da kendini sınırlamadan, olduğu gibi gerçekçiliği ve zalimliğiyle yansıtmasını, önceden de işlediği suç türüyle birleştirerek ortaya korkunç olduğu kadar komik, havalı olduğu kadar doğal ve paranoyak olduğu kadar da serbest bir film ortaya çıkarmıştır…
cümleler, The Irishman için de geçerli. Bunların dışında, Goodfellas’taki 2 dakika 25 saniyelik kesintisiz tek çekim meşhur Copacabana sahnesi olmasa da, Copacabana mekanı bu filmde de yer alıyor. Bunun gibi birçok selam ve saygıyla hem filmlerini hem de bunlarda yer alan arkadaşlarını ve aktörlerini soğuk suya batırıp batırıp çıkaran Scorsese, bitmeyecek bir organize suç öyküsü yaratıyor. Bizler de bu sulardaki balıklar olarak izliyoruz.
Scorsese, Goodfellas’ı The Color of Money filmini çekerken rastladığı Wiseguy (Nicholas Pileggi) romanından esinlenerek çekmişti. The Irishman’de ise I Heard You Paint Houses: Frank “The Irishman” Sheeran and Closing the Case on Jimmy Hoffa (Charles Brandt) etkisini görüyoruz. İsmi kibarca ”adam öldürmek” fiilinden gelen kitap, suç makinesi Frank Sheeran‘ın hayatını hedef alan eski cinayet savcısı, araştırmacı ve savunma avukatı Charles Brandt tarafından yazılan, kurgusal olmayan anlatıdır. Bufalino suç ailesi için gerçekleştirdiği suçları itiraf eden tetikçi Frank Sheeran’ın, kitabın ilk yayınlanmasından sonra ortaya çıkan itiraflarının bağımsız olarak doğrulanmasını ayrıntılı bir şekilde anlatan 71 sayfalık da arka kısmı mevcuttur.
Filmin uyarlandığı bu kitabı New York’tayken okuyan De Niro, kitaptan Joe Pesci’ye de bahsetmiş ve bu filmi yapacaklarını söylemiş. Al Pacino’nun da The Irishman: In Conversation’da dediği gibi, filmin en önemli özelliği gerçek olaylara dayanması ve dünyamızdan bir parça olması. Scorsese’ye göre de, kendisinin ve oyuncuların yaşları itibariyle de biraz daha kişisel ve samimi bir film. Filmde çok fazla karakter görüyoruz ama aslında üç adamın etrafında dönüyor.
The Curious Case of Benjamin Button’da (Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi) kullanılan yaşlandırma ve gençleştirme tekniğini bu filmde de kullanılmış. Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci’nin filmde “balmumu” (genel olarak böyle bir kanı var) gibi gözükmesini sağlayan şey, “nispeten” makyaj sayılabilecek bilgisayar efekti (CGI: Bilgisayar Üretimli İmgeleme) aslında.
Film, gerçekte 76 yaşında olan De Niro’nun, 82 yaşındaki yaşlanmış halinin dilinden anlatılıyor ve gençliğinden huzurevine gelene kadar olan periyodu CGI yardımıyla izliyoruz. Aktörün başta bu olay için tereddütleri olsa da iyi bir iş çıkardıklarını düşünmüş ve filmin yapımcılarından biri olarak da pazarlanmasını sağlarken bu özelliğini öne çıkarmışlar. Efektlerinden dolayı yaklaşık 159 milyon dolarlık bütçesiyle hiçbir yapım stüdyosu kabul etmemiş, ta ki Netflix bu işe evet diyene kadar…
Filmden sonra Netflix tarafından önerilen yaklaşık yarım saatlik bu sıcak sohbette, sahnelerden kısa alıntılarla arka plandaki bazı ufak detayları ve kendi ilişkilerine dair notları öğreniyoruz.
Scorsese’nin aktardığına göre, zaten birbirlerini çok iyi tanıdıkları ve yaş olarak da canlandırdıkları karakterlere (şu an hiçbirinin hayatta olmaması hem avantaj hem de dezavantaj olarak görülmüş) çok uzak olmadıkları için, karakterler üzerine konuşmalarına pek gerek kalmamış; her şey kendiliğinden akmış. Özellikle Jimmy Hoffa (başkandan sonra en popüler kişi!) karakterinin ününden dolayı çok fazla videosu ve fotoğrafı olduğu için Al Pacino’nun daha fazla yararlanacağı malzeme çıkmış (ses kayıtları dahil).
Yönetmenin nokta atışıyla seçtiği bir benzetme daha var o da filme ”eski tarzda, bir tür oda tiyatrosu” gibi demesi. Gerçekten de o havayı çok net alabiliyorsunuz. Beyazperde, telefon, bilgisayar; nereden izlediğiniz farketmeden bunu yaşayabiliyorsunuz. (Bazıları bu filmin sinemada izlenmesi gerektiğini sıkı sıkı savunmuş ama ben bir eksiklik hissetmediğimi belirtmek isterim.)
Esasen itici güç olan üç adamın etrafında geçen bu organize suç dünyasında, temel olan da üç olgu var: sadakat, kardeşlik ve ihanet (o da gereklilikten). Filmin çekimleri sırasında da karakterlerine o kadar oturmuş ki aktörler, prova bile almadan çekmeye başlamışlar bir süre sonra.
Pesci de ”Hikaye gerçek insanlara dayanıyor ama bu gerçekliği hissettirmek ve bildirmek de canlandıran aktörlere bağlı” diyor.
Scorsese, filmde çok fazla geriye gitme ve gelme olduğu için genç oyunculara gerek olacağını düşünmüş. Ama sonradan da her seferinde bu genç oyuncuları da sürekli yönlendirmesinin gerekeceğini de farketmiş. Bu şekilde aktörü değiştirmeden sadece dijital olarak gençleştirerek aslında zamanından tasarruf yapmış.
Zamandan tasarruf sunması elbette önemli bir konu ama aktörlerin canlandırdıkları her sahnede, içinde oldukları karakter yaşına göre davranması gerekiyor ve bu da bazen sahnelerin yeniden çekimine neden olmuş (koltuktan daha hızlı kalkmak ya da merdivenden daha hızlı inmek gibi).
Yalnız burada yönetmenin şöyle bir çekincesi olmuş, bu tarz efektlerde yüze yerleştirilerek kullanılan kocaman belirteçlerin, aktörlerin sahnelerdeki enerjisini bozabileceğini düşünmüş ve bu belirteçlerin olmadığı bir dünyada bu işin halledilmesini istemiş ve neredeyse görünmeyen belirteçlerle bu iş tatlıya bağlanmış. Bu efektleri sunan da George Lucas‘ın sahibi olduğu Industrial Light & Magic olmuş.
Uzun lafın kısası. Yaşayan bir dehaya tanık olduğumuz için çok şanslıyız. The Irishman, nerede izlediğinizden bağımsız olarak, kesinlikle görülmesi gereken bir yapım. ”Yaşlanmaya dair bir mesele.”