*Bölümleri izledikçe yorumlarımı bu yazı altına eklemeye devam edeceğim
2004 -2009 yılları arasında, Showtime‘ı kasıp kavuran bir diziydi The L Word. Los Angeles’ta yaşayan çok sıkı bir arkadaş grubunun hayatlarına konuk oluyorduk şahane müzikler eşliğinde.
”…Talking, laughing, loving, breathing
Fighting, f*cking, crying, drinking
Riding, winning, losing, cheating
Kissing, thinking, dreaming…”
”Betty – The L Word Theme” aslında kendi kendinin özetini veriyordu her seferinde. Bittikten sonra da müzikleriyle bu sefer o sizin hayatınızın parçalarına, anlarına konuk oluyordu. Her nota ayrı bir sahne. Her sahne ayrı bir duygu. Bazı bölümleri yönetmenlik açısından da oldukça başarılı bir kuir diziydi. Şu an yazının giriş kısmındayken, dizinin The L Word (2004-2009) versiyonunu henüz izlememiş olanlar için çok fazla keyif kaçırıcı detay vermemek adına olayları tekrar özetlemeyeceğim ama yıllarca çeşitli sorulara (bu sorulardan en önemlisine The L Word: Generation Q‘da cevap alacağımız söyleniyor) cevap alabilmek uğruna devamını ya da bir yan ürününü, uyarlamasını vb. beklediğimiz yapımlardan oldu The L Word.
Hatta hayranları gece yatağa başlarını huzurla koyabilsin diye, The L Word Convention adı verilen fan buluşmaları düzenlendi belirli aralıklarla. Ve her sene, devamı da gelecek umuduyla asılsız haberlere de gebe olundu. Dizinin yaratıcısı Ilene Chaiken ufak küçük yeşil ışıklar yakar gibi oldu ama aksiyona dönüşmedi (2010-2012’de The Real L Word adıyla yeni bir dizi de çekti bu ismi kullanarak ama hiçbir zaman The L Word’ün yerini tutmadı). Derken bu sene Generation Q adıyla dizinin devamının geleceği açıklandı. Ve geldi de.
Jennifer Beals kendi rolüne (Bette Porter) ek olarak bu sefer yapımcıları arasında. 2004’teki yapımdan yeni versiyonda da yer alan diğer karakterler: Alice Pieszecki (Leisha Hailey) ve Shane McCutcheon (Katherine Moennig). Bundan sonrası ikisini de henüz izlememiş olanlar için keyif kaçırı detaylar içerebilir. Şimdiden uyaralım. SPOILER.
Açıkçası kendimi yeni karakterlere, yeni jenerasyonun ön plana çıkarılmasına (hem de bizzat Jennifer Beals ablaları tarafından sosyal medyada kol kanat gerilerek) hazırlamıştım ama bu kadarını da beklemiyordum diyebilirim. The L Word’ün devamı değil de, rastgele bir şekilde denk gelseniz bambaşka bir dizi sanacağınız bir yapıma evrilmiş tadı verdi daha çok Generation Q. Jenerikte bile vurucu bir müzik ve giriş arıyorsunuz eski tema şarkısına temasına benzer. Akılda kalıcı bir müziğe denk gelemedim henüz.
En çok göze batan detaylardan biri de sürekli bahsedilen ve ön plana çıkarılan ”evlilik”, ”evlenme teklifi”, ”yüzük takmak”, ”boşanmışlık”, ”eski karısı olma durumu”, ”keşke x ile çocuk yapsaydın”, ”düğünde ne giyeceksin” vb. unsurlar oldu. İnsanın daha çok toplum dayatması sonucu kendini normal ve meşru kılmaya çalışırken dert ettiği ve hayatının belirli dönüm noktalarına gelince yaptığı / yapmak zorunda olduğu bu evlilik meselesinin bu kadar baş köşeye oturtulması biraz rahatsız etti eski tadı ararken (”bu kadar da hetero olunmaz be kardeşim!” diyecektim neredeyse).
Bunun dışında diğer öne çıkan konumuz ise Porter’dan dolayı: politika. Bu ikisi oldukça baskın ilerliyor senaryoda. Karakter gelişimi açısından, evlilik kurumuna kafayı takmış olmalarının dışında, üç demirbaşımızın da hayatlarında (daha çok iş hayatlarında) seviye atlamış olmaları güzel. Zaten eskiden de hepsi işinde gücünde ve başarılı karakterlerdi.
Shane McCutcheon pamuk ipliğine bağlı bir evlilikte ve canı sıkkın bir şekilde kum torbası yumrukluyor; eskiden gözü kapalı kim kiminle nerede? oynayabilen Alice Pieszecki desen kör topal çoluk çocuğa karışmış ve üstelik karısının eski karısıyla bile uğraşır hale gelmiş (ve artık radyo programı değil kendi adına bir şovu var televizyonda); diğer tarafta, hayatında Tina’nın olmadığını gördüğümüz Bette Porter politikaya atılmış ve geçmişte yaşadıklarının, bu seçim kampanyasında kendisine engel olmamasına uğraşıyor. Tina’nın ortada olmadığını (aslında var ama sadece telefonun öbür ucundaymış gibi gösteriliyor) ama çocuklarının büyüyüp okula başladığını söylemiştim değil mi?
Ayrıca sosyal medyada da aylardır yürüttükleri tanıtım çalışması sağolsun, izlemediğimiz, denk gelmediğimiz sahnesi kalmadığından, ilk bölümde neredeyse yeni bir sahne göremiyorsunuz çünkü hepsini paylaşımlarından hatırlıyorsunuz. Sonuç olarak ilk bölümde karışık duygular uyandırdı The L Word: Generation Q. Pek bir beklentiniz olmadan izleyebilirsiniz eski yılların hatırına.
Bu bölümü gerçekten aklımda ne kaldığını sorgulamak adına iki kez izlemek zorunda kaldım çünkü kayda değer hiçbir şey gerçekleşmeyen bir bölümdü. Yine yeni yetmelerin nişan ve evlilik kavgalarına ve Bette’in başkanlık fırtınalarına tanıklık etmemizden başka bir aksiyonu yoktu (Shane’e açılan boşanma davasını saymazsak ki çok da umurumuzda olduğunu sanmıyorum?). Evlilikle bezenmiş hayatlarına paralel olarak o meşhur cafe ve bar The Planet‘in de el ve tarz değiştirdiğini ve kuir bar konseptinden fersah fersah uzaklaştığına da şahit oluyoruz maalesef… Shane bile şaşırıyor.
Tabii ki 15 sene önceki tadı vermesini beklemiyoruz ama belki de ilk versiyondaki en önemli üç karakteri alıp yepyeni bir The L Word’e yamamak yanlış bir tercihti; çünkü eski ve yeni karakterlerin hem fiziksel hem de mental olarak pek bir uyumu olduğu söylenemez. İsmi gibi jenerasyon farkından dolayı bir kere zaten abla kardeş gibi duruyorlar.
Bette’in kampanyası gereksiz şekilde senaryoya yedirilmeye çalışılmış, güçlü imajını daha da arşa taşımak adına ama olmamış. Başka bir dizi izler gibi oluyorsunuz yine. ”Hiç çekilmemiş olmasından iyidir” diyerek izlemeye devam ediyoruz. Ve izledikçe, Bette’in, kampanyada kullanılması amacıyla dahi olsa, özel hayatını kamuoyuna açmakta zorlandığını ve politikaya atılmasının ardında üzücü bir neden yattığını işitiyoruz. Henüz senaryoda adı geçmemiş olan kardeşi Kit Porter akıllara gelmiyor değil. Bölümün bize kattığı en güzel şey kuir feminist şair Alix Olson‘dan geliyor:
"Living, we have learned, can be both sloppy and precise. And so, you choose your careful witness to your silly little life. You begin to trace each other's journeys, you begin to chart each other's pace. You start to notice all the sweetness and the details of their ways. Because loving seeks a language of solace. It speaks volumes about tomorrow when you are fluent in forgiveness. Sometimes familiar becomes magic. Sometimes magic needs distance. Sometimes space is what shapes it. And the shape is not instant. Sometimes the horizon's surprising. And the view is worth risking. And the risk is a long wait, but this girl is persistent. Sometimes a future just means that each day is worth finding. And this day is a presence, and this moment is shining. Sometimes her prayers are just soothing. Sometimes her face is just lovely. Years, years spent searching. Sometimes people get lucky".
Doldurma sahneleri (evlilik, teklif, nişan, zırlama, hırpalanma vb.) çıkartırsak, şu ana rahatlıkla uzun metraj bir film olarak sunulabilecek bölümler toplamından oluşuyor Generation Q. Bir önceki bölümde tarihin tozlu sayfalarına karışmış olduğunu gördüğümüz, artık Atlas olarak kullanılan The Planet’in Shane tarafından satın alınması ve tekrar gey bar olarak işletilecek olması dışında yine şaşırıp sevindiğimiz bir bölüm olamadı bu sefer de.
Micah Lee‘nin bile sürpriz bir şekilde komşusuyla yaşamaya başladığı aşka kaç bölümdür bu kadar yer verirlerken, bölüm kapanışlarında Bette’in iki saniyelik şaşırması ve o şaşırmaya bağlı olaydan sadece iki saniyecik gösterilmesi de yeni taktik midir nedir anlayamadım. Ya da Bette, ”artık bizden geçti” diyip, devam dizisinde Türkan Şoray kurallarını oynamaya karar verdi. Bu sezon Bette’i doğal ortamında sadece endişeli bir anne olarak izliyoruz maalesef…
Dani Nunez ve Sophie Suarez‘in nikah günü, düğün yeri, senin ailen mi benim ailem mi sancılarından ise sıtkımız sıyrılmaya başladı. Nunez’in babasının, bir anda düğüne sıcak bakmasının ve hatta en pahalı ve randevu alınması çok zor mekanlardan birini kızı için ayarlamasının ardında ise mutlaka Bette Porter’la alakalı bir neden olduğuna inanmaya başladım.
Dani, Bette için çalışmaya başlayacağını söylediğinde babası tarafından neredeyse ikinci kez evlatlıktan reddedilmiş gibi olmuştu. Ama hatırlarsanız ilk bölümde babasının gelemediği toplantıda Bette ile toplantıya girip onu rant meselesi için ikna etmeye çalışan da Dani’lerin şirketiydi. Umarım Dani ile Sophie bu garip durumun içinden en az yarayla kurtulur.
2. bölüm açıklamasında huylandığımızı belirttiğimiz konu burada açıklığa kavuşuyor. Yoksa Kit’e mi bir şey mi oldu? demiştik ve maalesef kötü bir şey olduğunu ve Bette’in de bu yüzden biraz da politik mücadeleye girdiğini iki saniyelik geçiştirmeyle öğreniyoruz ayaküstü.
Bu bölümde sonunda biraz da olsa Türkan Şoray kanunlarını yıkmayı becerebilen Bette, aynı zamanda Dani ile de tuhaf bir cinsel çekime sahip. Bette ne kadar haksız da olsa, böylesine güçlü bir karakteri azarlamak kolay olmasa gerek. Dani bunu başarıyor valla jenerasyon farkına rağmen. Son bölümde evlenmeye yakın aralarında bir şey gerçekleşirse hiç şaşırmam. Üstelik kampanya koşturmasından ya da bilmediğimiz başka sebeplerden dolayı sevgilisine yeterli zamanı ayıramamaya başlayan Dani gidiyor bir de ”seninle tanıştığımızda bir sevgilin vardı, ya bana da aynısını yaparsan?” diye kadını sıkıştırmaya başlıyor durduk yere.
Shane’nin 40. yaşı bahanesiyle birazcık sosyal çevre, arkadaş grubu ve kadın dayanışması görmeye başladık sonunda. Özlediğim tadın biraz da bu olduğunu anladığım bölümlerden biri oldu sayesinde. Shane 2. bölümde şaşırarak gittiği mekanı satın alıyor ve adını da DANA’S koyuyor Dana Fairbanks anısına… Muhteşem bir karar. Ve daha da muhteşemi de burada:
Sevdiğim diğer detaylardan biri de oldukça sık duymaya başladığımız ”you are my person” cümlesi oldu. Sen benim kadınımsın, kısrağımsın, evimin direğisin vb. kalıplardan ziyade, sade ve saf bir şekilde ”sen benim insanımsın” demek de güzelmiş. (Hem Alice’ten hem de Sophie’den duyduk)
Sarah Finley ve rahibe sevgilisine değinmek istemiyorum nedense. Sakız gibi uzayan ve adsız bir ilişkiye dönüşmeye başladı. Finley çıkmaza girdiği korkularını tam olarak bir çocuk gibi kuma gömüyor ve arada kumdan kafasını çıkardıkça da utanıp her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. Dizi tanıtımlarında ”yeni Shane” algısıyla pazarlanan Sarah Finley aslında Shane’den fersah fersah uzak bir karakter. Top havuzunda oynayan çocuk gibi bir yapısı ve yoğrulmaya ihtiyacı var. Sonuç olarak şu ana kadarki en iyi ve en cesur bölümlerden biriydi ve umarım bu tempoda devam eder.
4. bölümde zirve yapan dizimiz maalesef 5. bölümde yine zeminle buluşuyor. Her karakterin evlilik kurumu dertleri bile bitmemişken bu sefer de bebekler ve çocuk sahibi olma üzerinden alevlenen dertleri izliyoruz. Gerçekten şöyle kabaca hesap ettiğimizde, çocuğu olmayan ya da yapmayı düşünmeyecek olan bir karakter yok gibi.
Shane’nin boşanmak üzere olmasına rağmen hala sevdiği karısıyla (Quiara Thompson) çocuk konusunda anlaşamadıklarını öğreniyoruz. Kadın Shane’nin 40. doğum gününde sürpriz olarak gelmiş ve aralarındaki buzları eritmişti. Üstüne üstlük bir de hamile olduğunu öğreniyoruz. Shane çocuk istemese de birlikte bu ilişkiyi yürütmek istediğinden bahsediyor Quiara.
Aslında bir tek Alice’in şu an ne evlilik ne de çocuklar umrunda. Natalie ve Gigi ile değişik bir aşk üçgeninde buluverdi kendini. Natalie bundan rahatsız olduğunu dile getirse de Alice için her şey yolunda gidiyor. Hatta Nat ve Gigi tarafından harcanacağını bilemeyecek kadar yolunda desek yeridir.
Bette’in haşemalarından ise sıtkım sıyrılmış durumda. Bir zamanlar fırtınalar estiren 24 ayar karakteri, muhafazakar anneye çevirmişler resmen. Resim ve estetikten de artık çok uzak Bette. En azından üç beş sanat repliği koysaydınız senaryoya da arada fularlansaydık…
Henüz izlememişler için aşırı spoiler’lı cümleler geliyor birazdan. Ama bölümü izlemeseniz de bu büyük sürprizin ne olduğunu sosyal medyadaki kutlamalardan görmüşsünüzdür diye tahmin ediyorum. Evet, geri döndü! Meşhur, uzun soluklu ve aşırı güzel kimyalı çiftimiz Tibette geri dönüyor sonunda. Kaç bölümdür başarılı bir şekilde sır gibi saklamalarına mı yüz puan, yoksa Laurel’in gerçekten seneler sonra oyunculuğa bu vesileyle dönmesine mi yüz puan bilemedim.
Kaç bölümdür bilendiğimiz ve nereye gitmekte olduğu belli olmayan ilişkisine (Felicity) sonunda noktayı koyan Bette, kampanyasını etkileyecek bir olaya ani bir refleksle karıştıktan sonra kapana kısıldığı evinde Dani ile çözüm ararken, kapısında Tina ile karşı karşıya kalıyor ve yıllardır beklediğimiz bu anı ne kadar özlediğimizi farkediyoruz. Angie’nin haber vermesiyle Bette’e adeta kanatsız bir melek olarak yetişen Tina, psikolojik desteğini esirgemezken, bir sonraki bölümlerde de kalacağının işaretini veriyor sanki. Kalsın değil mi? Bette de öyle istiyor zaten. Angie de böyle mutlu. Bu şekilde devam etsin lütfen.
Hatta Jennifer ve Laurel, gerçek hayatta da oldukça mutlu görünüyor. Birlikte ormanda yürüyüşe bile çıkmışlar el ele:
Bu bölümde Tina’nın, Bette ile ayrılma nedeninin, kendisini bulma yolculuğuna çıkması gerektiği olarak anlatılıyor. Angie dahil herkesten ve her şeyden uzak kalma ihtiyacı hissetmiş ve o yüzden Bette’i terk etmek zorunda kalmış. The L Word’ü izleyenler hatırlayacaktır, orada da evi çekip çeviren dişi kuş Bette’ti ve Tina da kariyerini bırakıp anneliğe adım atmıştı isteyerek. Sonrasında bu durumdan ne kadar pişman olduğunu söylemişti ve yine söylüyor. Daha doğrusu hayatını Bette’in kararları ve öncelikleri üzerine kurmak istemiyor. Marriage Story‘de de yaşanan problem gibi, kendi başına bir birey olduğunu hissetmek istiyor Tina Kennard. Ve bunu başarmış bir şekilde döndüğünü umuyoruz.
Bu kararı alarak ayrıldıkları sırada, Bette de ablası Kit’i kaybetmiş ve o dönemde yanında olan kişinin Tina yerine Felicity olmasına hem üzülüyor hem de şaşırıyor. Tina belki gerçekten Bette’in kafasının karışacağı korkusunu bir kenara bırakarak en azından Kit için gelebilirdi yanına destek olarak. Bunun dışında bir problemleri yok. Olmamasını umuyoruz gelecek bölümlerde ve sezonlarda da. Bu arada dizi ikinci sezon onayını aldı 🙂 Asın kuir bayrakları!
Kennard-Porter yakası bu şekilde, bunun dışında Shane’in de başta ebeveyn olmaya hazır olmadığını görsek de bu bölüm itibariyle çocuklarla gerçekten çok sağlam bir ilişkisi olduğunu ve anneliğe hazır olduğunu anlıyoruz. Hatta kendi de kabul ediyor ve Quiara’ya da itiraf ediyor. Herkesin ilişkisi yoluna girmişken Alice için de durumun iyiye gitmesini temenni ediyoruz. Bakalım.
Bir önceki optimistik yorumlarımızı faiziyle birlikte bize geri yediren bir bölümdü ”Lose It All”. Fragmanda Bette’e ”Yarın akşam yemek yiyelim mi?” diye soran Tina’ya fazla olumlu yaklaştığımız ortaya çıkmış oldu. Bu arada diziyi sosyal medyadan takip ediyorsanız zaten %70’ini çoktan izlemişsiniz anlamına da gelmiyor değil. Zira, (evet Tibette söz konusu iken ”zira” dediğim yaşlara gelmiş bulunuyorum) dizinin Twitter hesabında gördüğüm ”şarabı uzat Tina”dan bile anlamış olmam gerekiyordu aslında gidişatı.
Yaklaşık 2-3 dakika süren bu yıkım sahnesi dışında başka bir Tibette sahnesi yokmuş zaten 7. bölümde (hatta Tina sezon finalinde bile yok IMDb’ye göre). Jennifer Beals gerçekten böyle bir sahnenin nasıl oynanması gerektiğiyle ilgili oyunculuk dersi veriyor. Ben tabii yine gerçek duygulara da dayandırmak isteyen tarafta yer alıyorum her seferinde. 15 sene sonra tekrardan devam dizisiyle bir araya gelmişken karakterlerin bu şekilde yazılmış olması sinir bozucu.
Evet yalan değil. Tina gerçekten şu anki partnerinden evlenme teklifi aldığını ve Los Angeles’a taşınma planları olduğunu söylemek için Bette’e yemek teklifinde bulunmuş. Yavrum safım Bette de, olayı yanlış anlayarak ve biraz da ümitlenerek yemeği kendi elleriyle hazırlayıp evine davet ediyor Tina’yı. Üstüne üstlük, Tina taşınma durumunu çıtlatınca ”Porter malikanesinde” kalabileceğinden bile bahsediyor eski eşine. Tina ama artık kendini benliğini aramaktan yorulmuş, hafif de savaşçı bir ruh olarak bunu reddediyor, hatta evleneceğinin ilanını, müstakbel eşi ve Bette ile birlikte Angie’ye açıklamaları gerektiğini düşünüyor. Bette yine yangınlarda… Şarap üstüne şampanya falan açmaktan bahsediyor ve göz kapakları bağımsız ve kontrolsüz çalışıyor. Ne dediğinin kendi bile farkında değil. Geçersiz bir işlem yürütüyor, birazdan kapatılacak. Tina bile Bette’in anormal davrandığının, küllerine ayrılmakta olduğunun farkında.
Yalnız burada herkes Bette’e üzülürken, Tina’ya da hak vermedim değil. Ne yapacaktı yani Bette bir gün Felicity ile ilişkisini bitirir belki diye kimseyle birlikte olmayacak mıydı? Bette biraz bencilce hareket ediyor her zamanki gibi. Ruhu alfa. Tina da betalıktan sıkılmış artık. Bir orta yolunu bulun artık ikinci sezonda delirtmeyin beni.
Öte yandan meşhur Throuple‘ımız, Alice’in orijinal The Word’de yaşadığının birebirini tekrar yaşıyor. Tamam orada throuple olmasa da Alice yine benzer sonu yaşamıştı:
Neyse ki bu vesileyle küstüğü Bette ile yine bir şekilde barışıyor. Shane ve Bette bu durumu bizler gibi önceden sezmiş olsa da sesini çıkarmamıştı ilginç bir şekilde. Alice seslerini çıkarmadıkları için kızıyor hatta ikisine. Ama yavrum sen de uslan be artık? Ne bu sürekli düz ovada avlanan keklik psikolojisi?
Bir önceki bölüm yorumlarında bahsettiğim, garip bir cinsel çekim yaşanan Bette & Dani cephesinde ise işler tam olarak tahmin ettiğim şekilde ilerliyor. Üstüne Tina’nın planlarını açıklaması da tuz biber olmadı değil. Bette Dani’yi viski ikram ederek evinde ağırlıyor ve Dani de git gide bir Porter fanı oluyor… Hazır Sophie de Finley ile yakınlaşmışken ilişkileri tam olarak pamuk ipliğine bağlı şu an. Sezon finalinde tutunacak dal olarak işlenen bir Bette & Dani ilişkisi bekliyoruz.
Evet herhalde yapılabilecek en olmaması gereken, en toplama, en boş, en doldurma, en sallama, en antipatik ve en gereksiz ve en heyecansız sezon finaliyle karşı karşıya kaldık diyebiliriz. Tabii bu bölümün, dizinin ikinci sezon onayı almadan çekilmiş olduğu bilgisini de verelim önden ama yine de genel fikrimi değiştirmiyor.
Dizinin yürütücüsü Marja-Lewis Ryan, bölümle alakalı bazı bilgiler ve gelecek sezona dair de ipuçları paylaşmış ve hiçbiri tatmin edici değil.
Öncelikle Jose’nin (Freddy Miyares) evlilik durumunu sezon finaline saklamaya gerek yoktu. Havuz başındaki eski bölümlerden birinde zaten kocası ya da partneri olduğunu tahmin ettiğimiz bey ile görmüştük kendilerini. Daha doğrusu o beyi görmüştük havuzbaşında. Dolayısıyla Micah (Leo Sheng) orada Jose’nin sergisini gezerken adamın sinsirella bir şekilde yaklaşıp ”I’m his husband” demesine hiç gerek yoktu ve zerre şaşırtmadı. Neden bu sahneyi finale sakladıklarını anlayan beri gelsin biz burada Tibette beklerken.
Alice’s (Leisha Hailey) bir önceki bölümde şovun iptaliyle ve duygusal ilişkisinin çatırdamasıyla karşı karşıya kalmışken Roxane Gay ile sezon finali yapmak nedir? Roxane, zamanında bir tweet üzerinden diziye yardım etmek istediğini belirtmiş ve senaryo yazacağını düşünürken oyuncu olarak yer alma şansı elde etmiş. Yine de finale mi yaraşır bir sahneydi sizce Alice için? Nat (Stephanie Allynne) aynı sahnede Alice’e ilan-ı aşk edince, Gigi (Sepideh Moafi) ile aralarındaki çok şiddetli ve kaçmaz olduğunu gördüğümüz ateşle barutluk ne olacak peki? Yine cevap yok ve garip bir şekilde bağlandı. Alice de çoktan tav oldu zaten yine.
Yanlış okumadıysak, 2. sezonda Bette ve Tina’yı görmeyi beklemeyi bırakmamız salık verilmiş Marja-Lewis Ryan tarafından. Bette’in yeni ilişkilere hazır olduğunu (hatta açık ilişkilere) ve gerçek aşkın peşinden her zaman gideceğini bilmemiz istenmiş. İkinci sezonda Bette’in ilişkilerine biraz daha odaklanacağız. Ama bu şekilde yanlış bilgi verip belki yine ters köşe yaparlar Tina’yla.
Bölümün günah keçisi de Shane oldu. Quiara (Lex Scott Davis) düşük yapınca saçma bir şekilde evi toplayan Shane’den hıncını çıkardı ve zaten bir bebek büyütmeye hazır olmayan Shane darmadağın oldu. Finale yaklaşırken, gerçek hayatta da köpeklerle arası süper olan kahramanımız bir köpek evlat edindi. Bu arada dizideki tüm karakterlerin hemen hemen hepsinin gerçek hayatta da bir köpek yavrusu var.
Eski diziden karakterleri yeni sezonda işleme durumuna ise, hikayeye çok büyük bir katkısı olmadıkça sıcak bakmadığını söylemiş Marja-Lewis Ryan. SOON.