Dylda, Beanpole ya da Uzun Kız, II. Dünya Savaşı sonlarında ve sonrasında Leningrad’da (çoğunlukla) bir hastanede geçiyor. Uzun boyundan dolayı “fasulye sırığı” denilen Iya ve savaştan dönen Masha’nın yaşadığı zorlukları anlatıyor… ve ne zorluklar.
Ya… şimdi… yani… ne yalan söyleyeyim, uzun zamandır bir film yorumuna nasıl ve nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bunun sebebi, büyük ihtimalle film hakkında yorumumun da tam olarak kafamda oluşmaması olabilir. Fakat yine de filmi izleyip siz de ne düşüneceğinizi bilemiyorsanız ya da filmi izlemeyip izlemek istiyorsanız, bu zorlu maceraya beraber çıkalım.
Filmin hikayesi, karakterlerin yaptıkları eylemlerden doğuyor ve bu şekilde ilerliyor. Aslında filmin ilk karesinden bir empati ve acıma duygusu hissettiğimiz Iya (uzun kız), filmin ilk ‘act’inin sonunda da bu masumluğunu devam ettiriyor. Ancak filme dahil olan Masha (ki bence ana karakterimiz o), savaşın etkileri ve üstüne yaşadığı acılarla da beraber bize (en azından zihinsel olarak) kendinde olmadığını gösteriyor. Ve işte bu iki karakter birleştiği ve ilişkileri gelişmeye başladığı andan itibaren filmin hikayesi ‘kopuyor’. Ve bu kopma fiilini ne olumlu ne de olumsuz anlamda söylüyorum, buradaki amacım ise şu: Hikâye çok daha karanlık, çok daha acımasız oluyor; sanki böyle gözlerinizi ayıramadığınız, yaşanacağını bildiğiniz ancak yaşanmamasını istediğiniz bir trafik kazasına dönüşüyor.
Filmin ilk karanlık olayı (izleyenler bilecektir), aslında hikâyeye uyuyor ve karakteri değiştirerek hikayeye devam etmesini zorluyor. Bu ilk olay sonlandığında çok başarılı bir kısa film izlemiş hissine kapılıyorsunuz… ancak öyle değil, filmin daha iki saati var. Bu ilerleme, zorlama bir şekilde yaşanmasa da Masha karakterinin de hikâyeyi bu kadar dahil olmasıyla her perdede ‘bir karanlık/depresif olay’ yaşanması zorunluluğu hissi veriyor. Masha’nın filme dahil olana kadar bu ortamdaki herkese empatik yaklaşma ve yaşadıklarına hüzünlenme eğilimindeyiz zaten. Fakat Masha hikâye girdikten sonra kendisi dahil Uzun Kız da olabildiğince kötü insanlar olup akıl almayacak şekilde rahatsız edici eylemler yapıyorlar. Bu eylemler aşk, iftira, itiraf ve çıkar üzerine olduğu için karakterler de git gide antipatik kişiliklerini öne çıkarıyor.
Arada bir masumluklarını gösterseler de (göstermeye çalışsalar da) bir önceki sahnede yaptığı karanlık hareketi ve aldığı rahatsız edici kararı hatırladığımız için bu karakterlere baktığımızda masumiyetlerinin de kaybolduğunu görüyoruz. Bir tanesi filmin sonuna kadar katı ve baskıcı olurken; diğeri de cahil ve her şeyden bihaber olarak devam ediyor. Karakterlerin gittikçe birbirinden uzaklaşması ve yaşadıkları zıtlıklar üstlerindeki kıyafetlerin ve bulundukları mekanların renklerinden de anlaşılıyor. Ancak imkânsız olduğunu bilerek birbirine yaklaşmaya çalışan karakterlerin eylemleri, içinizden “Hayır! Yapma! Devam etme!” şeklinde bağırma hissi uyandırıyor (ki salondaki bazıları bunu istemsiz bir şekilde sesli olarak da ifade etti). Bazı seyirciler ise bu bağırma hissinin aksine, uyumayı (uyuyakalmayı) tercih ederek filmin sessiz anlarında horlamalarla özgün bir beste yarattı.
Filmin yavaş temposu da karakterlerin yaptıklarına ayrı, ağır bir etki yaratmış oldu. Çünkü zaten hiçbir yerinde bir müzik ya da beste bulunmayan filmde, ne zaman karakterler seslerini yükseltse, bu şekilde hareket etse ya da kurgu hızlanmaya başlasa filmin çok daha iyi işe yaradığını görüyorsunuz. Rus sinemasının imzalarından olan yavaş tempo, burada bizi ekrandaki her ögeyi yavaş yavaş sindirmemize değil; tam tersine bizi filmden koparmaya yarıyor.
Oyunculuklar istisnasız muhteşem, bazı sahnelerde kamera sizi sahneye daha çok çekiyor ve bazı sahneler kurgusu ve diyaloğuyla akıcı bir şekilde ilerliyor. Ancak fark ettiğiniz üzere bunlar ‘bazı’ sahneler. Genç yönetmen Kantemir Balagov’un yeteneğini açıkça görebiliyorsunuz, kendisi bu filmle Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandı, daha ne olsun! Ancak kendisinin ‘sinema gözünü’ belki temposu ve örgüsü daha hızlı bir hikâyeye aktarması kariyerinde daha iyi bir noktaya erişmesi için yararlı olabilir.
Bu aynı iç sıkıntısını, Andrey Zvyagintsev’in Loveless (Nelyubov) filminde de tıklım tıklım bir salonla izlerken hissetmiştim. Belki de böyle filmler tek başına izlenmeli çünkü tanımadığınız insanlarla izleyince gözlerinizi alamadığınız bu perdedeki sahneler sizi daha çok rahatsız ediyor.