İçindekiler
Martin Scorsese Kimdir?
Çocukluk Hayatı
Film Kariyerinin Başlangıcı
Mean Streets ve Başarıya Adım Adım
“Alice Doesn’t Live Here Anymore”
Taxi Driver ve Yarattığı Etki
Taxi Driver ve Palme d’Or
Scorsese ve De Niro
Scorsese ve Kokain
Raging Bull ve Yeniden Doğuş
Raging Bull ve Oscar
The King of Comedy: Unutulan Bir Klasik
The King of Comedy ve Ödül Talihsizlikleri
After Hours: Bir Scorsese Komedisi Daha
The Color of Money: Bilardo Draması
The Color of Money ve Eleştiriler
The Last Temptation of Christ ve Tartışmalar
22 Ekim 1988 – Paris Sinema Salonuna Saldırı
The Last Temptation of Christ ve Yasaklandığı Ülkeler
The Last Temptation of Christ ve Ödülleri
Goodfellas ve Alışkanlıklar
Goodfellas ve Yorumları
‘90’lı Yıllar: Görmediğimiz Bir Scorsese
The Age of Innocence
2000’li Yıllar: DiCaprio ve Scorsese
Gangs of New York ve Daniel Day-Lewis
The Departed: Bir Scorsese Klasiği Daha
Shutter Island ve Gizem
Çocuklar İçin Hugo
The Wolf of Wall Street: Seks, Uyuşturucu ve Rock’N’Roll
Yakın Zamanda Scorsese
Martin Charles Scorsese, 17 Kasım 1942’de Charles ve Catherine Scorsese’nin ikinci çocukları olarak Queens New York’ta dünyaya geldi. Martin okula başlamadan Manhattan’ın Little Italy kentine taşınan Scorsese ailesi, gündelik işlerde çalışmanın yanında oyunculuk da yapıyordu. Sicilya’nın Palermo şehrinden göç eden aile, sıkı Katolik inançlarını oğullarına da yansıttı.
Küçük yaşta astımı olan Martin, okulda veya okul dışında arkadaşlarıyla hiçbir sportif aktiviteye katılamadı. Bu yüzden ailesi ve abisi onu sinemaya götürdü. Sinemaya nereden başladığını ve nasıl kavuştuğunu hiç unutmayan Scorsese, neredeyse her filminde de bu temaları işlemiştir. Filmlerinin çoğu kendisinin de büyüdüğü New York’ta geçti ve ‘aile’, ‘şiddet’ ve ‘inanç’ temaları büyük rol oynadı.
Ailesiyle birlikte bulduğu her fırsatta sinemaya gitmesi ile birlikte filmlere olan tutkusunu keşfeden Martin, sokağındaki dükkandan sık sık The Tales of Hoffman filmini kiralar ve evde izlerdi. Scorsese, dükkanda bu filmi kiralayan sadece iki kişiden biriydi. Filmi sık sık kiralayan diğer isim ise kendisi gibi müstakbel Hollywood yönetmeni George A. Romero’ydu.
Evet Scorsese üniversite mezunu. 1960’ta New York Üniversitesi’ne giren Scorsese, ‘64 yılında İngilizce bölümünü bitirip, ’66’da ise Tisch Güzel Sanatlar Okulu’nda Film bölümünde yüksek lisans yaptı. Bu sırada What’a Nice Girl Like You Doing in a Place Like This? ve It’s Not Just You, Murray! kısa filmlerini tamamladı. 1967 yılında The Big Shave kısa filmini çekti. O dönemde çıkan Vietnam Savaşı’nda Amerika’nın katılımını eleştiren bu kara mizaha sahip kısa film okulda öğrenciler arasında ve daha sonra yapımcılar arasında beğenildi. Scorsese film için okuldaki film profesörlerinden Haig P. Manoogian’dan ilham aldığını da dile getirdi.
Aynı sene ilk uzun metraj filmi olan siyah – beyaz Who’s That Knocking at My Door’u (Kapımı Çalan Kim?) çekti. Film ekibinde okul arkadaşlarından oyuncu Harvey Keitel ve editör Thelma Schoonmaker da vardı. Scorsese, yükselişe geçen kariyerinin çoğunda bu ikiliyle iş birliği yapmaya devam edecekti.
1970’lerde kendisi gibi daha kariyerlerinin başında olan genç yönetmenler Brian De Palma, Francis Ford Coppola, George Lucas ve Steven Spielberg ile arkadaş oldu. Bu sinemacı grup, yapacakları filmlerle Amerikan sinemasını değiştirmekle kalmayıp, sinema tarihine de damga vuracaktı.
Yönetmen arkadaşları sayesinde bu dönemde Robert De Niro ile tanışan Scorsese, Woodstock belgeselinde de editör olarak çalıştı. Dönemin ‘yeraltı’ filmcilerinden olarak adlandırılan John Cassavetes ile yakın arkadaş olup onun tavsiyeleriyle kariyerine devam etti. 1972’de küçük bütçeli filmlerin kralı olan Roger Corman için Boxcar Bertha (Soygun ve Aşk) filmini çekti. Corman’dan da gelecek filminde kullanacağı bir öğüt aldı: ‘Eğlenceli bir film çekmek için paraya ihtiyacın yok.’ Bu tavsiyeyi göz önünde bulunduran Scorsese, bir sonraki filmi olan Mean Streets’i çekerken düşük bir bütçe ve kısıtlı bir zamanla çalıştı.
Filmlerinin çoğunda yansıtacağı stilini, belgesel tarzında 1973’te çektiği suç filmi Mean Streets (Arka Sokaklar) ile gözler önüne serdi. Erkek karakterlerin maço özellikleri, fiziksel şiddeti kanlı bir şekilde yansıttığı sahneler, çoğunlukla Katolik olan insanların inançlarını tutkulu bir şekilde sergilemesi, karakterlerin dini suçluluk ve pişmanlık duygularını hızlı bir kurgu ve modern şarkılarla beyaz perdeye yansıtarak kariyerinin daha başında kendi stilini ortaya koydu.
Bu filmle ismini duyuran Scorsese, filmde oynattığı De Niro ve Keitel’in de üne kavuşmasını sağladı. Filmin vizyona girmesinin ardından ünlü yönetmen ve arkadaşı John Cassavetes ona: ‘Bundan sonra çok film yapacaksın ve herkes seni isteyecek. Bu yüzden sadece yapmak istediğin filmleri yap ve insanların senin hikayelerini değiştirmelerine izin verme.’ dedi.
Mean Streets’i izleyen ünlü oyuncu Ellen Burstyn bir sonraki filmini Scorsese’nin çekmesini ister. Scorsese’ye bir senaryo gönderir, Scorsese senaryoyu beğenir ve önceki filmlerinden farklı bir proje olduğu için yapmaya karar verir. Bu film 1974 yılında Alice Doesn’t Live Here Anymore (Alice Artık Burada Oturmuyor) adıyla vizyona girer.
Film, yakın zamanda dul kalmış bir kadının çocuğuyla birlikte yeni bir yaşama adım atmasını konu alır. Film, eleştirmenler tarafından beğenilir ve Scorsese’nin kadın – merkezli olan ilk ve tek filmi olur. Film, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Orijinal Senaryo dallarında adaylık kazanırken; Ellen Burstyn En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanır.
Aynı sene tekrardan kişisel bir film yapan Scorsese, Amerika’ya göç eden İtalyan aileleri konu alan bir belgesel yapar. Filmde anne ve babasına da yer verir.
1976’da senarist Paul Schrader’ın yazdığı bir senaryo ilgisini çeken Scorsese, projeden De Niro’ya bahseder. De Niro’nun da çekim programı ayarlandıktan sonra Taxi Driver (Taksi Şoförü)’ın çekimlerine başlanır. Film, dengesiz bir zihne sahip bir askerin uykusuzluk problemini dindirmek için bir taksi şoförü olarak işe başlamasını konu alıyor. Bu taksi şoförü film ilerledikçe deliliğe doğru yol alırken; bu sırada iyi işler yapıp hayat kadını olarak çalıştırılan bir çocuğu da kurtarmaya çalışıyor.
Jodie Foster’ın canlandırdığı bu karakterin filme dahil olması halkın bir kesiminde tartışmalara da yol açmıştır. Film eleştirmenlerden ve izleyicilerden olumlu yorumlar aldı. Bunun üstüne film, Bernard Hermann için En İyi Film Müziği, Jodie Foster için En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Robert De Niro için En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Film Oscar adaylıklarını aldı.
Bernard Hermann’ın ölmeden önce müziğini yaptığı son film olan Taxi Driver, vizyona girdiği sene Cannes Film Festivali’ndeki en büyük ödül olan Palme d’Or’u da kazanmıştır.
Çıktığı tarihten yıllar geçmiş olsa da hala günümüzde gelmiş geçmiş en iyi filmler arasında sayılmaktadır. Sight & Sound dergisinin ünlü yönetmenler arasında yaptığı ankette ‘en iyi beşinci film’ olmuş ve Amerika Kültür Kütüphanesi’nin film bölümünde korunması için 1994 yılında listeye dahil edilmiştir. Kültürel, tarihsel ve estetik açıdan önem teşkil eden film vizyona girdikten yıllar sonra da insanlar arasında konuşulmuş ve modern hayatı da etkilemiştir.
Günümüzde klasik sayılan De Niro’nun aynaya bakıp silahını çekerek ‘You talkin’ to me?’ repliğini söylediği sahne sinema tarihine altın harflerle yazılmıştır. Popüler kültüre de kazınan sahne için yazar Schrader bütün takdirin De Niro’ya gitmesi gerektiğini söylemiştir: ‘‘Senaryoda sadece ‘Travis aynayla konuşuyor’ cümlesi yer alıyor. O sahne tamamıyla De Niro’ya ait, hepsi doğaçlama.’’ De Niro’nun doğaçlama yarattığı replik American Film Institute’un (AFI) En İyi 100 Film Repliği listesinde 10. sırada yer almıştır.
Ünlü eleştirmen Roger Ebert replik için: ‘‘Filmin en doğru ve içten sahnesi. Travis’in bir insanla bir şey paylaşması ve birisiyle iletişime geçmesi gerekiyor. O bu sosyal karşılığı aynada kendisiyle alıyor.’’
Bir suikast girişiminin de yaratıcılarından biri oldu. 1981 yılında dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ı vurmaya kalkışan John Hinckley Jr., bu teşebbüse nedeni sorulduğunda ‘Jodie Foster’ı etkilemek için yaptığını’ ve kendisinin ‘filmin baş karakteri Travis Bickle olduğunu’ söylemiştir. Hinckley jüri karşısına çıktığında da avukatı mahkemede film gösterilip zanlının akli dengesinin yerinde olmadığı savunur. Bu savunmaya katılan jüri, Hinckley’in akli dengesini yerinde bulmayarak, onu suçsuz bulmuştur.
Herkes tarafından beğenilen Taxi Driver’dan sonra De Niro ile farklı bir proje yapmak isteyen Scorsese, stüdyo bazlı ilk büyük bütçeli filmini yaptı. 1977 yılında iki müzisyenin aşkını anlatan müzikali New York, New York gişede büyük bir başarısızlığa imza attı. Film, Frank Sinatra’nın söylediği New York, New York şarkısıyla ünlendi.
İzleyiciler ve eleştirmenler tarafından filmin üzerinde stüdyo baskısının görüldüğü söylense de bazı yorumcular filmi beğenip, kendilerine yakın buldular. The New Yorker’ın sinema yazarlarından Richard Brody:
‘‘Hayatının başından beri bir sinefil olan Scorsese için çok kişisel bir film. New York ‘un özünü, klasik Hollywood müzikalleriyle harmanlıyor. Filmin altın çağı olan 1930 ve ‘40’ların romantizm kokan filmlerindeki duyguları ve temaları bu filme yansıtan Scorsese, en serbest ve en kişisel filmlerinden birini yapıyor.’’
Filminin aldığı olumsuz yorumlardan ve gişedeki başarısızlığından sonra ağır bir depresyon evresine giren Scorsese, bu sırada ciddi bir kokain bağımlılığına da adım attı. New York, New York’tan önce arada bir kullandığını söyleyen Scorsese, bu filmin başarısızlığını kaldıramayarak uyuşturucu almadan duramadığını ekledi.
Film vizyona girdikten sonra 1977 yılında on gün hastanede yattığını ve bunun bile onu bağımlılığından vazgeçirmediğini söyledi. 1977 senesinden sonra kokain kullanımını azalttığını söyleyen Scorsese, 1980’de kokain yüzünden tekrar hastaneye kaldırılıp ölümden dönünce uyuşturucuyu bıraktı.
Hastaneye yattıktan sonra bir daha film yapamayacağına kendini inandıran Scorsese’nin aklı, hastaneye onu ziyarete gelen eski dostu Robert De Niro tarafından çelindi. De Niro hastaneye gelip Scorsese’ye bir sonraki projeleri hakkında bilgi verdi. Boksör Jake LaMotta’nın hayat hikayesini çekmek isteyen De Niro, filmi Scorsese’nin yönetmesini istedi.
De Niro, zorla ikna ettiği Scorsese’nin filmi yönetebilmesi için tek bir şartı olduğunu söyler: Uyuşturucuyu bırakması. Hastaneden çıktıktan sonra De Niro ve birçok arkadaşının desteğiyle rehabilitasyon sürecine başlayan Scorsese, 1980’de çekeceği filmle sinemaya geri dönüşünü yapacaktı.
Taxi Driver ve New York, New York’ta ekspresyonizm akımıyla içli dışlı olan Scorsese, Raging Bull (Kızgın Boğa) ile bu stilini çok güçlü, hatta hiçbir filminde yansıtmadığı kadar güçlü bir şekilde yansıtmıştır. Önceki iki filminde karakterlerin duygusal ve psikolojik deneyimlerini perdede sergilemeye çalışan Scorsese, bu filmle karakterin değişen zihin sağlığını görsel bir şekilde değişen perspektiflerle ekranda göstermiştir.
Bunlara, uzun süre kesintisiz devam eden slow-motion sahneler, boksörün ringe girdiğinde seyircinin de onunla beraber ringin içinde olması, filmin yeri gelince siyah-beyaz görselliği vahşi bir şekilde sergilemesi, daha önce hiç kullanmadığı zoom teknikleri ve dövüşler esnasında sahneleri ve açıları gözümüzün takip edemediği bir hızda kesmesi örnek gösterilebilir.
Scorsese daha sonradan bu sinema tekniğine ‘kamikaze metodu’ adını vermiştir. Bu filmde gösterdiği temalar da kariyerinin başında çektiği filmlerle benzer bir durumda. Mean Streets ve Taxi Driver’daki kendine güveni olmayan erkek baş karakter ve onun yaşadığı şiddet, suç ve pişmanlık içeren olayları da Raging Bull’da De Niro’nun muhteşem oyunculuğuyla yansıtıyor. Rol için aldığı 27 kiloyu hızlı bir şekilde kasa dönüştürerek, boksörün hem sporcu olduğu yılları hem de sonrasını aynı sene içinde oynayabilmiştir.
Film De Niro’nun performansı ve Scorsese’nin kamikaze metodu yönetmenliğiyle büyük övgülerin sahibi oldu. 8 dalda Oscar ödülüne aday olan film, De Niro için En İyi Erkek Oyuncu ve Scorsese’nin bu filmden sonra her filminde editörü olarak iş birliği yapacağı editörü Thelma Schoonmaker için En İyi Kurgu Oscar’ını kazandı. Scorsese, En İyi Yönetmen ödülünü o sene En İyi Film ödülünü de kazanan Robert Redford’ın Ordinary People (Sıradan İnsanlar) filmine kaybetti.
Film, günümüzde de gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olarak sayılmaktadır. Öyle ki Sight & Sound dergisi filmi ‘1980’lerin En İyi Filmi’ olarak seçmiş, 2007’de AFI ise filmi ‘Gelmiş Geçmiş En İyi 4. Film’ olarak ödüllendirmiştir.
Scorsese’ye filmin neden siyah-beyaz olduğu sorulduğunda ise: ‘Rocky renkli bir film ve boks ile ilgili bir film. Raging Bull boks ile ilgili bir film ama Rocky değil. İşte bu yüzden siyah-beyaz.’ yanıtını vermiştir. AFI’nin hazırladığı ‘En İyi 10 Spor Filmi’ listesinde Rocky’nin üstünde birinci sırada yer alan Raging Bull, Scorsese’nin yaratmak istediği farkı göstermeyi başarmıştır.
Robert De Niro ile muhteşem bir iş birliği ortaya koyan Scorsese, bir sonraki filminde de artık Oscar ödüllü oyuncuyla çalışma fırsatından yararlanmıştır. 1983 yılında amatör bir komedyenin kendi hayallerini gerçekleştirmek için her şeyi yapabileceğini anlattığı The King of Comedy (Komediler Kralı) vizyona girdi.
Rupert Pupkin adındaki komedyeni her zaman olduğu gibi kusursuz bir şekilde oynayan De Niro, karakterin yeri geldiğinde yalnızlığını, yeri geldiğinde samimiyetini ve yeri geldiğinde korkutucu kimliğini yansıtmıştır. De Niro, karakter ne kadar komik bir karakter olarak gözükse de önceki dramatik karakterlerindeki ciddi hazırlanışı burada da sergilemiştir.
Giydiği takım elbiselerden, bıraktığı bıyığa; fiziksel hareketlerinin büyüklüğünden, bir bakışının küçüklüğüne kadar Rupert Pupkin karakterine bürünmüştür. Scorsese de bu görüşe katılıp:
‘De Niro’nun benim yönetmenliğini yaptığım en iyi performansı Rupert Pupkin’dir. Bazı sahnelerde senaryonun acı tatlılığından ve gördüğüm performanslardan dolayı rahatsız bile hissettiğim olmuştur. İkimiz açısından da zor bir süreç oldu. Bu süreç duygusal açıdan bizi bu kadar yorduğu için yedi yıl sonrasına kadar beraber çalışmadık.’ yorumlarında bulunmuştur.
Scorsese ise filme yeni bir yönetmen gözüyle yaklaşmış ve önceki filmlerinde kullandığı teknikleri rafa kaldırmıştır. Burada daha yavaş tempolu kurgusu, uzun ve kesintisiz sahneler ve derin bir duygusal anlayışın yoksunluğuyla karşımıza çıkıyor.
Yine de birScorsese filmi olduğunu hissettiren film, Scorsese’nin önceki filmlerinde kullandığı ekspresyonizm akımını sürrealizm ile değiştirmiştir. Hangi sahnelerin hayal, hangi sahnelerin gerçek olduğunu belirgin bir şekilde göstermeyen Scorsese, seyircilere yansıtmak istediği kafa karışıklığını başarmıştır.
Gişede büyük bir hayal kırıklığı yaratan filmin, Scorsese – De Niro iş birliğinden kara mizah ögeleri barındıran bir film beklenmediği için ‘garip’ bulunduğu söylenmiştir. Fakat yıllar geçtikçe eleştirmenler tarafından, özellikle De Niro’nun performansı açısından, övgülere boğulmuştur.
Dönemin medyaya ve ünlü yıldızlara karşı bağımlılığı mizahi bir yolla hem güldürüp hem de eleştirerek yansıtan The King of Comedy, çoğu ünlü ödül töreninde kendisini gösterememiştir. Senaryosu için BAFTA kazanan ve Cannes’da Palme d’Or adayı olan film günümüzde çoğu sinefilden hakkettiği ilgiyi görse de, genel film izleyicileri tarafından unutulan bir klasik olarak sinema tarihine geçmiştir.
Bir sonraki projesi için zaman kaybetmeyen Scorsese, 1985’te bir adamın hayatının en kötü gecesini anlatan komedisi After Hours (Saatler Sonra) vizyona soktu. Film, Scorsese’nin alışık olduğumuz kamera ve montaj teknikleriyle, komedi ve eğlenceli bir senaryoyu başarılı bir şekilde birleştirmiştir.
Senarist Joseph Minion’ın üniversitede tez ödevi olarak verip ‘A’ aldığı senaryonun hızlı temposunu, Schoonmaker’ın keyif veren kurgusuyla harmanlayan film, dönemin klasik gençlik veya lise komedilerinin dışına çıkmıştır. King of Comedy’den sonra ‘bir Scorsese komedisi daha’ olarak farklılık yaratarak izini bırakmıştır.
Filmdeki komedi özelliklerini hafif bir şekilde değil de, ağır, karanlık ve paranoyak bir tarzla işleyen Scorsese’nin yüzü gişede üst üste ikinci kez gülmese de, eleştirmenlerin verdiği yorumlar sayesinde tebessüm ettirmiştir. Bu filmle, ona her zaman iyi davranan Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazanmış ve Scorsese’nin her türde başarılı bir film çekeceğini eleştirmenler ve sinemaseverlere göstermiştir.
Bir sene sonra 1986’da Michael Jackson’ın siyah ceketi ve bir otoparkta sadece on beş dansçıyla çekilmesiyle hatırladığımız Bad şarkısının klibini çekmiştir. Michael Jackson gibi büyük bir yıldızla da çalışabildiğini ve uzun metraj filmler dışında kısa müzik klipleri de çekebildiğini ondan şüphe duyanlara göstermiştir. Bu klip sayesinde bir sonraki filmini de rayına oturtmuştur.
1986’da yaşlı ama paslanmamış bir bilardo ustasının, onu takip eden şımarık ama yetenekli bir gence bilardo sporunun inceliklerini anlattığı The Color of Money (Paranın Rengi) filmi vizyona girdi. Paul Newman’ın 1961’deki The Hustler (Bilardocu) filminin devam hikayesini anlatan dram filmi, ilk ve tek Newman – Scorsese iş birliği oldu. Genç bilardocuyu aynı sene Top Gun filmiyle Hollywood’un en ünlü isimlerinden biri olan Tom Cruise’un oynadığı film, Scorsese’nin New York, New York’tan sonra ilk stüdyo filmi oldu.
Scorsese filmin hikayesi için: ‘İlk kez bir filmimi kişisel olarak yansıtmıyorum. Bu kadar ilgi çekici hikayesi ve karakterleri olan bir senaryoyu kişisel olarak görmesem de geri tepemezdim.’ cümlelerini söyledi.
Filmde sadece bir sahne dışında bütün bilardo atışlarını kendisi yapan Cruise, Paul Newman gibi efsanevi bir oyuncuyla aynı filmde belki onun kalibresinde olmasa da kendini gösterebildiği bir performans sergilediği için övgüler aldı. Newman ise tam 7 kere kaybettikten sonra bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını evine götürdü.
Film ise eleştirmenleri ve seyircileri ikiye böldü. İlk filminden beri Scorsese hayranı olduğunu sesli bir şekilde dile getiren eleştirmen ve yönetmenin kadim dostu olan Roger Ebert, bu filmle Scorsese’yi topa tuttu.
1986 senesinde kaleme aldığı yorumda filmi şu şekilde eleştirdi: ‘Bu film başka bir insan tarafından yönetilmiş olsaydı farklı bir şekilde bakardım çünkü beklentilerim bu kadar yüksek olmazdı. Şu an sinema sektöründe en heyecan verici Amerikan yönetmen konumunda bulunan Scorsese, seyircide hiç heyecan uyandırmayan bir filme imza atmış. Ondan alışık olduğumuz enerjiyi, gerilimi ve karakterler arasındaki elektriği yansıtamıyor. Böylece filmin hikaye noktaları da tahmin edilebilir oluyor.’
Film gişede 52 milyon dolar hasılat elde ederek Scorsese’nin en başarılı filmi olurken; Scorsese’nin uzun zamandır çekmeyi istediği kişisel projesi için de yeşil ışığı yakan film olmasını sağladı.
Nikos Kazantzakis’in tartışmalı romanını 1980’lerin başından beyaz perdeye uyarlamaya çalışan Scorsese, 1988 senesinde romanla aynı adı taşıyan The Last Temptation of Christ (Günaha Son Çağrı) filmini vizyona soktu. Romanda Hz. İsa’nın karakteristik özellikleri ilahi bir figür olarak değil, normal bir insan olarak yansıtılmıştır.
Bu anlayışı filminde de sergileyen Scorsese, İsa rolü için Willem Dafoe’yu, Judas (Yahuda) rolünde eski dostu Harvey Keitel’i ve Pontius rolünde David Bowie gibi sürpriz isimleri oynatmıştır. Filmde her oyuncunun kendi doğal aksanını kullanmasını isteyerek, havarileri ve peygamberleri normal insanlar olarak yansıtmıştır.
Stüdyo tarafından filmin başına ‘Bu hikaye İncil’e dayanılmamıştır ve Hz. İsa’nın İncil’de anlatılan hikayesinden farklılıklar içermektedir.’ uyarısı konulmuştur. Ancak bu uyarıya rağmen birçok dini grup filmi boykot edip protesto gösterilerinde bulunmuştur. Tutucu Katolik kesim sadece Amerika’da değil, dünya genelinde büyük bir tepki göstermiştir.
22 Ekim 1988 tarihinde Paris’te filmi gösteren bir sinema salonu bir grup radikal Katolik tarafından saldırıya uğramıştır. Salona bomba yerleştirerek patlatan grup, 13 kişiyi yaralayıp bunlardan 4’ünü de üçüncü derece yanıklar içinde bırakmıştır. Paris’teki Roman Katolik Kilisesi filmi ağır bir şekilde eleştirmesine rağmen saldırıyı kınamış ve ‘bu insanlar İsa’nın yolundan şaşmıştır’ söyleminde bulunmuştur.
Kendisi de Katolik olan Scorsese, filmde İsa’nın korkularını, şüphelerini, depresyonunu ve İncil’de bahsedilmeyen karşı koyamadığı arzularını işlemeye çalışmıştır. Filmin sonlarında, İsa’nın küçük bir çocuk haline bürünen Şeytan’a karşı koyamayıp şehvet isteğini cinsel aktiviteler olarak hayal etmesini de perdede göstermiştir. Filme genel bir tepki koyan dini gruplar, İsa’nın her insan gibi cinsel arzuları olmadığını ve bu filmin yanlış kanıları gösterdiği için yasaklanmasını istemişlerdir.
Yükseltilen bu sesler işe yaramış ve Yunanistan, Meksika, Şili, Arjantin ve Türkiye gibi dinin büyük bir oynadığı ülkelerde filmin gösterimleri yasaklanmıştır. Yıllar geçtikçe ülkemizde de çoğu ülkede olduğu gibi bu yasak kaldırılmıştır fakat Filipinler ve Singapur’da bu yasak hala günümüzde de devam etmektedir.
Halktan şiddetli olumsuz tepkiye maruz kalan Scorsese, eleştirmenler tarafından tam tersi büyük övgülere tutulmuştur. En İyi Yönetmen Oscar’ına bir kez daha aday gösterilmiştir ve Roger Ebert tarafından filme en yüksek puanı olan dört yıldız üzerinden dört yıldız verilmiştir.
Scorsese’nin dünya genelinde büyük tartışmalara yol açan 2 saat 44 dakikalık bu epik filmini şöyle yorumlamıştır: ‘Scorsese insanların filmi beğenmeleri için uğraşmıyor. İlginç bir hikayeyi, birbirinden değişik karakterleriyle kurgusal bir yönden ortaya koyuyor. İsa’yı filmin tek hikayesi olarak görüp Judas’ı bu hikayenin yönetmeni olarak yönlendiriyor. Bu film, onun başyapıtı.’
1989’da New York Stories (New York Üçlemesi) adında Woody Allen ve Francis Ford Coppola ile aynı film üzerinde çalışan Scorsese, bir sonraki filmiyle kendinden alışık olduğumuz suç türüne geri dönüp tekrardan gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri olarak görülen hikayelerden birini sinemaya kazandıracaktı.
The Color of Money filmini çekerken rastladığı Wiseguy romanını elinden bırakamayan Scorsese, doğru zaman geldiğinde kitabı beyaz perdeye uyarlamak istediğini söyler. Kitabın çıkışından dört yıl sonra 1990’da, Henry Hill’in çocukluk yıllarından başlayarak İtalyan-Amerikan mafyasında yükselişini ve bu zaman süresinde karısı ve suç ortaklarıyla yaşadıklarının anlatıldığı Goodfellas (Sıkı Dostlar) vizyona girdi.
Yedi yıl aradan sonra bu filmle tekrardan De Niro ile çalışan Scorsese, ünlü oyuncuyla altıncı iş birliğinde bu sefer yan karakterlerden birini oynatır. İsmi yeni duyulan Ray Liotta ve Raging Bull’da çalıştığı Joe Pesci’yle beraber ondan alışık olduğumuz stiline geri dönüş yapmıştır.
Hızlı temposunu, efsanevi ve akıllara kazınan müzik seçimlerini, şiddeti sansürlemeden ya da kendini sınırlamadan, olduğu gibi gerçekçiliği ve zalimliğiyle yansıtmasını, önceden de işlediği suç türüyle birleştirerek ortaya korkunç olduğu kadar komik, havalı olduğu kadar doğal ve paranoyak olduğu kadar da serbest bir film ortaya çıkarmıştır. Bu filme kadar suç ve mafya temalı filmler The Godfather (Baba)’da da olduğu gibi ağır bir şekilde ele alınıp ciddilik öne çıkartılmıştır.
Fakat Scorsese, Goodfellas ile bu türe yeni bir nefes vererek ayrı ve farklı bir film yapmıştır. Kullandığı kamera teknikleriyle de ilgi çeken Scorsese, bu filmde üstünde analizler yapılıp yazılar yazılan bir sahneye de imza atmıştır. ‘Copacabana sahnesi’ olarak adlandırılan sahne, iki karakterin sokakta yürümesiyle başlar ve gece kulübünün içini dolaşarak masalarına oturmalarıyla son bulur.
2 dakika 25 saniyelik kesintisiz tek çekim sahnenin ışıklandırılmasının iki gün aldığı da söylenir. Kamerayı serbestçe dolaştırarak planlanmamış bir hava katan Scorsese, bu sahneyle ne kadar iyi bir yönetmen ve vizyoncu olduğunu da göstermiştir.
Joe Pesci ve Ray Liotta’nın karakterleri arasında geçen ve akıllara kazınan ‘I’m funny how, like I’m a clown?’ sahnesi çoğu insanın filmi izledikten sonra hatırladığı sahne olmuştur. Taxi Driver’daki ‘You talkin’ to me?’ sahnesini andıran replik, yine Taxi Driver’da da olduğu gibi doğaçlama bir sahnedir. Oyuncularına doğaçlama yapmaları için rahatlık tanıyan Scorsese, Pesci’nin provalarda yazdığı diyalogları alıp senaryoya eklemiştir.
Pesci’nin filmdeki genel performansı üzerine, bu sahnenin yansıttığı korku, gerilim ve ardından gelen komedi ve rahatlık hissi oyuncunun bu rolle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar ödülünü kazanmasını sağlamıştır. En İyi Film ve En İyi Yönetmen gibi ana kategorilerde de adaylık alan film, çoğu ödülü aynı sene çıkan Kevin Costner’ın Dances with Wolves (Kurtlarla Dans) filmine kaptırmıştır.
Hem eleştirmenler hem de izleyicilerden olumlu ilgiye boğulan film eleştirmenlerin yorumlarını toplayan Rotten Tomatoes sitesinde %97’de iken; sinema severlerin puanlama yaptığı IMDb sitesinde 8.7/10 olarak bu ilgiyi göstermiştir.
2 saat 26 dakikasının bir saniyesinde bile sizi sıkmayan film, dönemin en ünlü film yorumcuları olan Roger Ebert, Gene Siskel ve Peter Travers’ın ‘1990’ın En İyi Filmleri’ listesinde birinci sırada yer almıştır. Gelmiş geçmiş en iyi film listelerinde hep üst sıralarda olan film, Total Film dergisi tarafından ‘Sinema Tarihinin En İyi Filmi’ seçilmiştir. Çoğu sinefilin de en sevdiği Scorsese filmi olan Goodfellas, bizim de favori filmlerimiz arasında üst sıralarda yerini almıştır.
Ünlü yönetmen Steven Spielberg’e 1962 senesinde vizyona giren bir gerilim filmini yeniden çekmesi için yönetmen koltuğu teklif edilir. Aynı dönemde Scorsese’nin eline, II. Dünya Savaşı sırasında Yahudileri toplama kampından kaçırmaya çalışan bir Alman’ın hikayesini anlatan bir senaryo geçer. Spielberg filmin Scorsese’ye daha uygun olduğunu söyleyerek yönetmen koltuğunu ona teklif eder; Scorsese ise böyle bir filmin bir Yahudi’nin çekmesi gerektiğini, onun için kişisel olacağını söyleyerek 30 senelik arkadaşı olan Spielberg’e senaryoyu iletir.
Spielberg filmi kabul edip 1993 yılında vizyona giren Schindler’s List (Schindler’in Listesi) filmini çekerek o senenin Oscar ödüllerini silip süpürür. Scorsese ise gerilim filmine kendi tarzını uygulayarak 1991 senesinde De Niro ile yedinci iş birliği olan Cape Fear (Korku Burnu)’ı çeker.
Robert De Niro’yu tekrardan başrolde oynatan Scorsese, bu sefer De Niro’ya kötü karakter rolünü verip, olabildiği kadar ürkütücü ve psikopat olmasını istemiştir. Hapisten çıkan bir tecavüzcünün, onu hapse tıkan aileden intikam aramasını anlatan film, Scorsese’nin vizyonu, Schoonmaker’ın kurgusu ve De Niro, Nick Nolte, Jessica Lange gibi aktörlerin performansları sayesinde övgüler aldı.
Goodfellas’ı takip eden film dünya genelinde 182 milyon dolar hasılat yaparak Scorsese’nin finansal açıdan en başarılı filmi oldu. Genellikle olumlu yorumlar alan film, bazı kesimlerden işlediği konu ve şiddet içeren sahneleri bütün sertliğiyle gösterdiği için eleştiriler gördü.
1993 yılında kendisinden beklenilmeyen bir hareketle 19. Yüzyıl New York’unda geçen romantik bir dram filmine imza atar. Daniel Day-Lewis, Michelle Pfeiffer ve Winona Ryder gibi yıldız isimlerin başrollerini paylaştığı The Age of Innocence (Masumiyet Çağı), Scorsese için kişisel bir projeydi.
Hiçbir stüdyonun yapmak istemediği filmin bütçesini, kendisi ve yapımcı ortaklarıyla karşılayan Scorsese, Edith Wharton’ın aynı isimdeki romanını görsel bir şölenle ortaya koyarak beyaz perdeye adapte etmiştir. En İyi Kostüm Tasarımı dalında Oscar ödülü de alan film, çekimler tamamlanmadan vefat eden Scorsese’nin babası Charles’a adanmıştır.
Eleştirmenler tarafından beğenilen film hakkında Roger Ebert şu cümleleri söylemiştir: ‘Scorsese uzun zaman sonra ‘aşk’, ‘tutku’ ve ‘romantizm’ temalarını bu kadar yoğun işliyor. Aşkın tutkusuyla birlikte zalimliğini de yansıtan film, Scorsese’nin en iyi filmlerden biri olarak filmografisinde ve sinema tarihinde yerini alıyor.’
Film gişede beklenilen hasılatı elde edemeyerek büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Bütçesini bile geri kazanamayarak, Scorsese’nin bir daha dönem filmi yapma şansını da ortadan kaldırmıştır.
1995’te Casino ile Robert De Niro, Joe Pesci ve suç/mafya bağlantılarını bir kere daha başarılı bir şekilde işledi. De Niro ile sekizinci ve 2018 tarihine kadar son iş birliği olan Casino, eleştirmenler tarafından övgüler alsa da Goodfellas’a benzerliği aracılığıyla da eleştirilere tabi tutuldu.
Bu eleştirilerden bazıları De Niro’nun tekrardan bir mafya patronunu oynaması, Pesci’nin tekrardan bir psikopatı canlandırması, şiddet, para ve uyuşturucular içeren bir hikayenin tekrardan anlatılması olarak gösterildi. Hızlı temposunu, bir anlatıcının bize hikayede eşlik etmesini ve izlediğimiz sahnelerle senkronize olan müziklerini bu filmde de göstermiştir, yani ‘Scorsese stilini’ bozmamıştır.
1997’de 14. Dalai Lama’nın Tibet’ten Hindistan’a sürgününü ele aldığı Kundun, hayranlarının bir kez daha beklemediği bir film olmuştur. The Last Temptation of Christ’tan sonra dini bir figürü anlattığı ikinci film olan Kundun, Scorsese stilinden uzak durarak daha görsel anlatıma yer vererek, geleneksel sinema tekniklerini kullanmıştır. Filmin içeriği konusunda Tibet hükümetiyle çatışan Scorsese’nin Tibet’e girmesi yasaklanmıştır. Bu ülkeye giriş yasağı günümüzde de devam etmektedir.
1999 senesinde Nicolas Cage, Patricia Arquette ve John Goodman gibi isimlerin buluştuğu Bringing Out the Dead (Yaşamın Kıyısında) vizyona girdi. Filmde, kurtaramadığı hastalar tarafından akli dengesini yavaş yavaş kaybeden bir ilk yardım görevlisi konu edildi. Taxi Driver yazarı Paul Schrader ile Scorsese’yi bir kez daha buluşturan film, olumlu yorumlar almasına rağmen gişede bütçesinin yarısını elde ederek Scorsese’nin ‘bir finansal başarısızlığı daha’ olarak filmografisine geçti.
Milenyumdan sonra Scorsese, en büyük bütçeli filmiyle epik bir destanı perdeye yansıttı. 2002’de vizyona giren Gangs of New York (New York Çeteleri) ile Daniel Day-Lewis ile ikinci filmini yapan Scorsese, genç bir Leonardo DiCaprio ile de ilk projesine imza attı. Bu filmle beraber iş birliğine başlayan ikili, gelecek on yıl içinde beş film çekecekti.
1863 senesinde babasının katilini öldürmek için New York’a gelen genç bir adamın hikayesini anlatan film, tam 10 Oscar adaylığı kazandı. Oscar ve Altın Küre’yi kazanamasa da En İyi Erkek Oyuncu BAFTA’sını evine götüren Daniel Day-Lewis bu filmle beraber metod oyunculuğunu başka bir boyuta çıkarmıştır.
Filmin çekimleri süresince kendi İngiliz aksanını kullanmayıp karakterden çıkmayan Day-Lewis, karakterinin cam protez gözü için gözünün üstüne cam bir mercek bile taktırmıştır. İntikam arayışında olan genci oynayan DiCaprio, bir sahnede kendini fazla kaptırarak Day-Lewis’in burnunu kırmıştır.
Profesyonelliğini bozmayan Day-Lewis sahneye hiçbir şey olmamış gibi devam etmiştir ve sahne filmde kullanılmıştır. Eleştirmenler tarafından genellikle olumlu yorumlar alan bu 2 saat 47 dakikalık epik hikaye, gereksiz derecedeki uzun süresi nedeniyle eleştirildi.
2004 yılında renkli kişiliğiyle hem film yapımcılığını hem de hobisi olan pilotluğu aynı anda yapmaya çalışan Howard Hughes’un hayat hikayesini anlattığı The Aviator (Göklerin Hakimi) vizyona girdi. Bu hikaye, 1980’lerin başından beri farklı yönetmen-aktör ikilileriyle sinemaya adapte edilmeye çalışıldı.
2002’de Jim Carrey ve Christopher Nolan’ın prodüksiyona sokmak istediği fakat bütçesi beklenilen rakamı aştıktan sonra rafa kaldırılan proje, Scorsese ve DiCaprio iş birliğinde 110 milyon dolar bütçeyle Scorsese’nin günümüze kadar hayata geçirdiği en pahalı film olmuştur.
Bütçenin ve çekim süresinin üstüne çıktığını ekleyen Scorsese, film için kendi cebinden ekstra 500.000$ daha harcadığını da söyledi. Aviator film yorumcularının olumlu eleştirilerinin üstüne tam 11 Oscar adaylığı almıştır. Aralarında Cate Blanchett için En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve Thelma Schoonmaker için En İyi Kurgu’nun da olduğu 5 kategoride ödülü kazanmıştır.
Her aday olduğu sene gibi bu sene de En İyi Yönetmen ve En İyi Film dalında ödülü kaybeden Scorsese, bir sonraki filmiyle bu şanssızlığa son verip Oscar ödül törenine damga vuracaktı.
Leonardo DiCaprio, Matt Damon, Mark Wahlberg, Martin Sheen, Vera Farmiga ve Jack Nicholson gibi daha birçok yıldız ismin oynadığı 2006 yapımı polisiye/suç filmi The Departed (Köstebek), Scorsese’nin filmografisinde bir klasik olarak görülmüştür. EW dergisi Scorsese’nin her yüzyıl için bir başyapıtı olduğunu dile getirir. 70’ler için Taxi Driver, 80’ler için Raging Bull, 90’lar için Goodfellas ve 2000’ler için The Departed olduğunu söyler.
Rahatlık bölgesi olan New York ve İtalyan mafyasından uzaklaşarak, Boston ve İrlanda mafyasını işleyen Scorsese filminde, gizli görevle mafyaya sızan bir polisle, polis teşkilatındaki bir köstebeğin akıl almaz kedi-fare oyununu anlatır. Akıcı temposu, uyumlu şarkı seçimleri, keyif veren ve güldüren diyaloğuyla Amerika’nın bu kesimini de muhteşem bir vizyonla perdeye yansıtmıştır.
2002 yılında çıkan Infernal Affairs (Kirli İşler) adındaki Çin yapımı filmin Amerikan versiyonu olan Departed, 4 Oscar kazanmıştır. Bunlar En İyi Film, En İyi Kurgu, En İyi Adapte Senaryo ve Scorsese’nin yıllar sonra evine götürdüğü En İyi Yönetmen kategorilerindedir. Ödülü kendisine eski arkadaşları ünlü yönetmenler Francis Ford Coppola, Steven Spielberg ve George Lucas takdim etmiştir.
Ayrıca En İyi Film Oscar ödülünü kazanan ilk ve tek ‘remake’ (yeniden çekim) olan film, Rolling Stone dergisinin ünlü sinema yazarı Peter Travers dahil çoğu film eleştirmenin ‘2000’lerin En İyi Filmleri’ listesinde ilk sırada yer almıştır.
2010 senesinde tekrar DiCaprio ile 1950’lerde bir akıl hastanesindeki mahkumlardan birinin kayboluşunu araştıran iki dedektifin yolculuğunu anlatan Shutter Island (Zindan Adası) vizyona girdi. Filmde, Mark Ruffalo, Ben Kingsley ve Michelle Williams gibi isimlerle ilk kez çalışan Scorsese bu filmde, Cape Fear’da yarattığı korku, endişe ve gerilim atmosferini yansıtır.
Film, sinema yazarlarını ikiye bölmüştür. Bazı eleştirmenler filmin yarattığı klostrofobik ve gizemli ortamı başarılı bir şekilde yansıttığını savunurken; bazı eleştirmenler film akıllıca bir bulmaca olduğunu söylese de duygusal bir etki bırakamadığını söyler.
Filmin sonundaki sürpriz de filmi izleyenler arasında konuşmalar yaratmıştır. Bazıları sürprizi anlamsız ve kafa karıştırıcı bulurken; bazıları o ana kadar gösterilen her şeye anlam kattığını ve dahice olduğunu söyler. Siz Shutter Island’ın finali hakkında ne düşünüyorsunuz?
Shutter Island’dan sonra yazar Terrence Winter ile Boardwalk Empire adlı dizinin yapımcılığını üstlenen Scorsese ertesi sene tekrardan kendinden beklenilmeyen bir projeye imza atacaktır.
2011’de vizyona giren çocuklara yönelik macera filmi Hugo, önceki filmlerde kullanmadığı özel efekt tekniğinde yoğunlaştı. Sadece dört dakikalık açılış sahnesinin yapımı bile bir sene sürmüş ve 1000 bilgisayar kullanılarak yapılmıştır. Filmde, 1931’de Paris’de tren istasyonları duvarlarında bir gizemi çözmeye çalışan bir yetimin aksiyon içeren macerası anlatılır.
Teknik alanlarda 5 Oscar ödülü kazanan film, toplam 11 adaylıkta boy göstermiştir. 2002 senesinden itibaren Leonardo DiCaprio ile çalışmadığı ilk film olan Hugo, eğlenceli ve gizemli tarzıyla çoğu kritikten olumlu yorum almıştır.
Scorsese çocuklara yönelik projesinden 18 yaş üstü kesime yönelik projesine geçmiştir.
Wall Street’teki zengin hayatını, eğlenceli gerçekleri ve ürkütücü yanlarıyla gösteren Scorsese, çektiği filmle 71 yaşında bir yönetmen olduğunu izleyenlere sezdirmemiştir. Paranın verdiği rahatlığı ve yeri geldiğinde uyuşturucuların insanlara etkilerini hem komedik hem de dramatik bir anlayışla perdeye yansıtmıştır.
Film gişede 329 milyon dolar hasılat elde ederek Scorsese’nin en başarılı filmi olmuştur. 5 Oscar adaylığı alan film, ödül töreninden eli boş dönmüştür. Çoğu film eleştirmeni DiCaprio’nun The Revenant (Diriliş) ile kazandığı Oscar ödülünün aslında bu filmle kazanması gerektiğini söylemiştir.
Tekrar Terrence Winter önderliğinde yanına The Rolling Stones’un efsanevi solisti Mick Jagger’ı da alarak Vinyl adındaki dizinin yapımcılığını yapmıştır. 70’lerde New York’ta müzik sektörünü ele alan dizi, 1 sezon yayınlandıktan sonra iptal edilmiştir.
2016 yılında Andrew Garfield, Adam Driver ve Liam Neeson’ın başrollerini paylaştığı Silence vizyona girdi. Film, 17. Yüzyılda baş rahiplerini aramak için Japonya’da arayışa çıkan iki rahibin hikayesini anlatır. Yavaş tempo, uzun ve sessiz sahneler ve görsel anlatımın ağır bastığı film Scorsese’nin yaklaşık 30 yıldır çekmeyi istediği bir projeydi. Film çıktıktan sonra beklenilen ilgiyi hem gişede hem de ödül törenlerinde göremedi.
Özel hayatını kameralar önünde yaşamamayı tercih eden Scorsese şu an beşinci eşi Helen Morris birlikte. 2018’de çıkacak The Irishman filminin çekim aşamasında olan ünlü yönetmen bu filmde tekrar eski dostlarını da buluşturuyor. Robert De Niro, Harvey Keitel, Joe Pesci ve daha önce hiç bir Scorsese filminde izlemediğimiz Al Pacino, filmin başrollerini paylaşıyor.
The Curious Case of Benjamin Button’da (Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi) kullanılan yaşlandırma ve gençleştirme tekniğini bu filmde kullanacak Scorsese hayranlarını büyük bir beklenti içinde bekletiyor.
Bu filmden sonra DiCaprio ile bir polisiye çekmek istediğini dile getiren Scorsese’nin önünde birçok proje durmaktadır.
En İyi Yönetmen Oscar’ı 2007 · Köstebek
En İyi Film Oscar’ı
Altın Palmiye 1976 · Taksi Şoförü
Altın Küre En İyi Yönetmen Ödülü 2012, 2007, 2003 · Hugo, Köstebek, New York Çeteleri
Altın Küre Cecil B. DeMille Ödülü 2010
AFI Yaşam Boyu Başarı Ödülü 1997
Cannes Film Festivali En İyi Yönetmen Ödülü 1986 · Saatler Sonra
En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı
BAFTA En İyi Film Ödülü 1991, 1976 · Sıkı Dostlar, Alice Artık Burada Oturmuyor
En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı
Kennedy Merkezi Onur Ödülü 2007
BAFTA En İyi Yönetmen Ödülü 1991 · Sıkı Dostlar
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ı
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ı
BAFTA Akademi Bağlılık Ödülü 2012
Film Eleştirmenleri En İyi Yönetmen Ödülü 2007, 2005 · Köstebek, Göklerin Hakimi
César Sinema Onur Ödülü 2000
Amerikan Yönetmenler Birliği Film Dalında En İyi Yönetmen Ödülü 2007 · Köstebek
Primetime Emmy Bir Drama Dizisinde En İyi Yönetmenlik Ödülü 2011 · Boardwalk Empire
Golden Lion for Lifetime Achievement 1995
BAFTA En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü 1991 · Sıkı Dostlar
Bağımsız Ruh En İyi Yönetmen Ödülü 1986 · Saatler Sonra
Bağımsız Ruh En İyi Film Ödülü 1991 · Dolandırıcılar
AFI Yılın Filmleri 2014 · The Wolf of Wall Street
En İyi Amerikan Filmi Bodil Ödülü 1994, 1991 · Masumiyet Yaşı, Sıkı Dostlar
Amerikan Yönetmenler Birliği Yaşam Boyu Başarı Ödülü 2003
En İyi Görüntü Yönetimi Oscar’ı
National Board of Review En İyi Film Ödülü 2011 · Hugo
Grammy En İyi Uzun Müzik Videosu Ödülü 2006 · Eve Dönüş Yok : Bob Dylan
Altın Küre Drama Dalında En İyi Sinema Filmi Ödülü
Sinematik Görüntüye Üstün Katkı Dalında Sanat Yönetmenleri Birliği Ödülü 2014
Film Eleştirmenleri En İyi Müzik ve Film Ödülü 2012
National Board of Review En İyi Yönetmen Ödülü 2011, 2006, 1993 · Hugo, Köstebek, Masumiyet Yaşı
Silver Lion for Best Director 1990 · Sıkı Dostlar
Amerikan Yönetmenler Birliği Drama Dizisi Dalında En İyi Yönetmen Ödülü 2011 · Boardwalk Empire
ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Yönetmen Ödülü 1991, 1981, 1977 · Sıkı Dostlar, Kızgın Boğa, Taksi Şoförü
Primetime Emmy En İyi Kurgusal Olmayan Özel Program Ödülü 2012 · George Harrison: Fani Dünyaya Karşı
New York Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yönetmen 2006, 1990 · Köstebek, Sıkı Dostlar
Altın Küre Drama Dalında En İyi Kadın Sinema Oyuncusu Ödülü
Altın Küre Drama Dalında En İyi Erkek Sinema Oyuncusu Ödülü
Primetime Emmy Kurgusal Olmayan Programda En İyi Yönetmen Ödülü 2012 · George Harrison: Fani Dünyaya Karşı
Altın Küre Müzikal veya Komedi Dalında En İyi Erkek Sinema Oyuncusu Ödülü
En İyi Görsel Efekt Oscar’ı
Gotham Bağımsız Film Saygı Ödülü 1993
Londra Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yönetmen 2004 · Göklerin Hakimi
Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yönetmen 1990 · Sıkı Dostlar
New York Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Film Ödülü 1990 · Sıkı Dostlar
En İyi Kostüm Tasarımı Oscar’ı
Amerikan Senaryo Yazarları Birliği Film Dalında En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü
David di Donatello Kariyer Ödülü 2001, 1977 · Taksi Şoförü
En İyi Yapım Tasarımı Oscar’ı
Siz kaç tane Scorsese filmi izlediniz? Her filminde kendine de küçük bir rol veren Scorsese’nin rollerini bulabilir misiniz?
Bu arada 10 ünlü yönetmenin yapım aşamasında olan ve merakla beklenen projeleri içeriğimize de göz atmanızı tavsiye ederiz.