Konuk yazarımız Hülya Çoban‘ın kaleminden:
Film bittikten sonra ekrana hala bakmaktan kendinizi alıkoyamayacağınız, sizi düşünceler silsilesine sokacak ve belki de biraz beyin yakacak türde bir film listesi arıyorsanız, doğru yerdesiniz. Kimi etik ve ahlak çerçevesinde dolanırken kimi varoluş sıkıntılarınızın üstüne üstüne gelecek filmlerden oluşan bu seçkide hem eğlenceli hem iç karartıcı farklı türlere yer vermeye çalıştık. Afiyet olsun!
Eğlenceli ve sıra dışı tanımlamalarını yapabileceğimiz, adından da anlaşılacağı üzere felsefik mi felsefik, 1983 yapımı The Meaning Of Life filmi Terry Gilliam ve Terry Jones imzası taşıyor. Her ne kadar bu iki ismi zikretsek de komedide çığır açmış Monty Python ekibi karşımızda aslında.
Mizah konusunda delirmiş olan bu adamların alaycılığı ve zekaları bir yana, film oldukça sürreal bir şekilde işlenmiş. Doğumdan başlayarak ölüme kadar bölüm bölüm işlenen film 1983 Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nün de sahibi olmuş. Film boyunca hayatın amacının ne olduğu sorusuna cevap aranıyor, cevabı bilen bilmeyen herkesin izlemesi tavsiye olunur 🙂 Şarkısını da şuraya bırakalım.
(Video yanıltmasın, film animasyon içeriyor ancak animasyon olarak çekilmediğini de belirtelim)
Aslında komedi ve fantazi türünde ön plana çıksa da işlediği konu nedeniyle bu listeye girmeyi kesinlikle hak eden bir film. ‘’What if God was one of us?’’ şarkısını akla getiren, Brüksel’de sarhoş bir baba olan Tanrı’nın kızı ile ilişkisini aktaran filmde, olaylar kızın tüm insanlığa ölüm tarihlerini mesaj atması ile karışır. Ayrıca belirtmekte fayda var, Mr. Nobody filmini yöneten Jaco Van Dormael’e ait bu film, yönetmenin felsefi bakış açısını yine dolu dolu yansıtmış.
Auteur tanımını sonuna kadar hak eden, her filminde tarzını konuşturan, İsveç’in asi ruhlu yönetmeni Roy Andersson’ın Yaşayanlar üçlemesinin ikinci filmi olan Du Levande, Kuzey Avrupa’yı veya daha da spesifik İsveç kültürünü sonuna kadar yansıtıyor. Bu filmde İskandinav insanının donukluğu ve cansızlığı ön plandadır ve film bu karakterler etrafında yaşamı sorgular. Daha doğrusu yaşamamayı eleştirmektedir.
İsveç’ten Norveç’e atlayalım ve benzer kültürün sıkıntılarını ve Kuzey insanının donukluğunu yine sonuna kadar eleştiren Jens Lien’e kulak verelim. Uyumsuz Adam, hayatında aslında çok da bir eksiği olmayan fakat tüm bu eş, iş, sosyal çevre içerisinde tuhaflıklar olduğunu sezinlemeye başlayan bir karakterin öyküsü. Kaçmak ister, kaçamaz, uyum gösteremediği için de devlet tarafından fark edilir ve bu işleri daha da zorlaştırır. Duygusuz bir toplum nasıl olur sorusuna cevap niteliğinde olan bu eleştirel film Cannes’da ACID ödülünü de göğüslemiş.
Ötenazi bir hak olmalı mıdır sorusuna yanıt arayacağınız, duygusal olarak belki de sizi çökertebilecek ama yaşama bakış açınızı çok temel bir şekilde etkileyebilecek olan bu film Javier Bardem’in oyunculuğu ile de taçlanmış. Gençliğinde bir kaza sonucu yatağa mahkum kalan ve 30 yılını yatakta geçiren, boynundan aşağısı felçli bir adamın ‘Bir hayata mal olan özgürlük özgürlük değildir; özgürlüğe mal olan hayat da hayat değildir.’ diyerek savunduğu ve talep ettiği ötenazi hakkının savaşını izliyor olacaksınız.
Felsefe ise sonuna kadar sizi felsefeye boğacak bir film Naked. Diyaloglarında kaybolup belki de durdura durdura izleyeceğiniz, evrim, din, inanç, ilişkiler gibi bir çok konuya değinen, rahatsız edici sekanslar ile yer yer gerebilen ama bir o kadar da içine alan bu ingiliz filmi Mike Leigh tarafından çekilmiş. Karanlık bir film gibi görünse de sorgulayıcılığı hat safhada, acıtsa da izlenmeli diyelim.
Bir aşk üçgeninde yer alıyor gibi görünse de dostluk, arkadaşlık, sevgi ve sadakat kavramlarını da derinlemesine eleştiren Fransız Yeni Dalga Akımı’nın öncülerinden François Truffaut’un belki de en bilinen filmidir Jules ve Jim. Birinci Dünya Savaşı etkilerini de içinde barındıran, insanların sevgiyi yaşayış biçimlerine baş kaldıran bir yapıt olarak, kendisini tekrar ve tekrar izlettiren yegane filmlerden birisidir. Filmden güzel bir şarkıyı da buraya bırakalım:
Truffaut’dan bahsettiysek Yeni Dalga Akımı’nın bir diğer öncüsü Godard’dan bahsetmeden geçemeyiz. Anna Karina’nın müthiş güzelliği ve sadeliği ile hayallerinin peşinden koşan genç bir kızı canlandırdığı karakteri bizi filmin içine çeker. Fakat işler düşündüğü gibi gitmez ve aktris olma yolunda adımlar atarken kendisini fahişelik yaparken bulur. Bu yolculukta da sürekli kendisini sorgular ve insanlarla konuşur.
Şimdi geçmişten hızlıca çıkıp biraz daha günümüze yaklaşalım. Snatch, Sherlock Holmes, RocknRolla gibi filmlerden bir hayli tanıdığımız Guy Ritchie’nin bu filminde, tarzının biraz daha dışına çıktığını kendisi de kabullenir ve bir suç filminin bambaşka bir boyuta nasıl taşınabileceğini gözler önüne serer. Psikolojik gelgitlerle dolu olan bu filmin konusundan dahi hiç bahsetmek istemiyoruz çünkü filmin güzelliği orada saklı. Jason Statham sevenleri de oldukça mutlu edecek bir film olduğunu söyleyebiliriz. Yine de bir şeyler izlemeden karar veremem diyenlerdenseniz, Statham’ın oyunculuğunu konuşturduğu, klostrofobisi olan karakterinin asansörde kaldığı sahneyi paylaşalım:
Bu sefer hayatı ve insan ilişkilerini derinlemesine sorgulayan bir animasyon filmi var sırada. Animasyon filmi desek de farklı bir çekim tekniği ile hayata geçirilmiş bu projede öncelikle gerçek oyuncular ile dijital kamera çekimleri tamamlanmış ve daha sonra bilgisayar programı yardımıyla animasyonlaştırılmış bir film olduğunu söyleyebiliriz. Bu teknoloji ise Rotoscope adı ile anılıyor ve Bob Sabiston tarafından yaratılmıştır. Düşler ve gerçeklik arasında ayrımı arayan ana karakter film boyunca birden çok diyaloga girer ve felsefi açıdan oldukça doyurucu sahneler ile bizi bu diyalogların içine çeker.
Yıllarca sıkıcı bir işte çalışıp yaşlansanız, her gününüz aynı geçse ve bir gün kanser olduğunuzu öğrenseniz nasıl hisseder, ne yaparsınız? Japonya sinemasının en büyük isimlerinden, sinema tarihine katkısını yazarak bitiremeyeceğimiz Akira Kurosawa’nın Yaşamak filmi bu sorgulamaları yapan yaşlı bir adamı anlatır. Sinematografik olarak da sonuna kadar doyurucu olan bu filmi izlerken, klişe sandığımız konunun nasıl epik bir şekilde ele alınabileceğini gördüğünüzde Kurosawa’ya karşı saygınız daha da derinleşecektir.
Bugüne kadar yapılmış en etkileyici animasyon filmlerinden birisidir Fantastik Gezegen belki de. Rahatsız eder. Sorgulatır. İnsanların evcil hayvan olarak beslendiği farklı bir gezegende toplumsal sınıflar, insan, doğa ve hayvanlar hakkında düşünmeye zorlar. Görselleri ve kurgusu içine çekerken yorar, distopya demek istemez ütopya demeye dilin varmaz bir evren yaratmıştır sevgili Rene Laloux. Zamanın dışında, sıradanlıktan çok uzak bir film izlemek istiyorsanız, listenizde muhakkak yer verin.
Sürrealist yönetmen Alejandro Jodorowsky’nin son filmi Sonsuz Şiir, yaşamın amacını sorgulamaya karşı çıkar ve onu yaşamak gerektiğine inanır. Her bir sahnesinde şölen yaratan yönetmenin yaratıcılığının iki saat boyunca sizi bambaşka dünyalara götüreceğinden emin olabilirsiniz. Yönetmen kendi gençliğine geri döner ve bambaşka bir kafada, müthiş bir hayal gücüyle yaşamını bize aktarır. The Dance of Reality filminin devamıdır. Otobiyografik eserler arasında parlayan bir yapıt desek az bile söylemiş oluruz.
İran’lı Yönetmen Abbas Kiarostami’nin bu filminde Tahran’da arabasıyla dolaşarak kendisini intiharından sonra gömecek birilerini arayan karakterinin yolculuğu konu ediliyor. Düşük bütçeli olmasına rağmen oldukça etkileyici bir film olan Kirazın Tadı, diyaloglarla ön plana çıkan ve farklı bakış açılarını yaşama isteği veya isteksizliği ile birleştiren bir kurguya sahip.
O bir sinema dahisi! O bir görsel şölen üstadı. Uzun uzun çektiği o güzelim filmlerinin her bir karesi fotoğraf olan, politik yaklaşımları ve samimi filmleri ile, insana dair ne varsa aktarmaya çalışan, keşke biraz daha yaşasaydı dedirten Yunan yönetmen Thedorous Angelopolous’tan bahsediyoruz. Her filminde sinemaya aşık eden, konuları ele alış ve aktarış biçimiyle kalbimizi sızlatan, sarı yağmurluklu adam gördüğümüzde aklımıza gelen, puslu sahnelerin en yeteneklisi O. (Yazar en sevdiği yönetmenin filmine sıra gelince biraz heyecanına yenik düştü)
Ulysses Gaze ağır bir film, biraz depresif de denebilir. Ancak bir tarihi ve onun sonunu yorumluyor bu film, sisin bayram ilan edildiği bir savaş ortamında, dağılan Yugoslavya’nın parçalanışına, Amerika’dan gelmiş bir yönetmenin yolculuğudur.
Durağandır ama şiirseldir. Puslu sahnelerinde balkanların acısını Eleni Karaindrou’nun müthiş müzikleri eşliğinde aktarır.