Unorthodox: Kalıplara Sığmayan Bir Kadının Özgürlük Mücadelesi
Her yönüyle bir distopya… Tamamen gerçek olması dışında. Sanki bir dönem dizisi ama değil.
Deborah Feldman’ın otobiyografik kitabından uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Maria Schrader’in oturduğu Unorthodox, Netflix’in son dönemde en çok ses getiren yapımlarından. Hikâyesinin akıcılığı, oyuncularının başarılı performansı, şahane kostümleri ve ruhumuzu dinlendiren müzikleriyle kendini bir oturuşta izlettiren 4 bölümlük bir mini dizi. Her bölüm yaklaşık 1 saat uzunluğunda, ayrıca diziyi bitirdikten sonra yapım aşamasını da merak edenler için 21 dakikalık bir kamera arkası bölümü belgeseli mevcut. Günde 1 bölüm izleyerek en azından 4 gün keyfini çıkarabilmeyi planlamıştım ama… Öyle olmadı tabii. Bilen bilir, o söz hep verilir ancak asla tutulmaz.
Hasidizm Hakkında
Diziye geçmeden önce, henüz izlemeyenler ya da izlemiş ancak araştırma fırsatı bulamamış olanlar için dizinin teması ve konusu olan Hasidizm’den biraz bahsedelim. Ultra Ortodoks bir Yahudi hareketi olan Hasidizm, 18. yüzyılda Doğu Avrupa’da ortaya çıkmış. Pek çok farklı ülkeye dağılmış şekilde, dış dünyadan neredeyse izole bir biçimde hayatlarını sürdürüyorlar ve kendi aralarında dizide de kullanılan Yiddiş dilini konuşuyorlar. Bu izolasyonun nedenleri ve sonuçları da var elbette. En büyük nedeni inançlarını, kültürlerini ve dillerini korumak istemeleri. Akıllı telefon ve internet kullanmanın yasak olmasını da buna bağlıyorlar. Bir diğer önemli neden ise, tarih boyunca engizisyon ve Holokost gibi Yahudileri hedef alan katliam ve soykırımlarda çok fazla kayıp vermiş olmaları. Bu yüzden soylarını devam ettirmek onlar için çok önemli ve pek çok ailede üçten fazla çocuk görmek mümkün. Diziye konu olan New York’taki Satmar Hasidik Cemaati, çoğunluğu Macar kökenli Yahudilerden oluşuyor… Ve evet, gerçek. Bu noktadan sonra okuyacaklarınız keyfinizi kaçıracak ölçüde spoiler içermektedir. İzlemeyenlerle bitirdikten sonra tekrar görüşürüz umarım.
Özgürlüğe Doğru Esty
Esty, bahsettiğimiz Satmar Cemaati’ne mensup, 19 yaşında genç bir kadın. Ancak o, çoğumuzun onun yaşındayken olduğu gibi dersleriyle boğuşan, gelecek kaygısı güden, sınav dönemlerinde ders çalışmak yerine Netflix kaçamakları yapan bir üniversite öğrencisi değil. Bizim için oldukça sıradan olan şeylerin hepsi onun gerçekliğinin tamamen dışında. Üniversiteye gitmiyor. Kaygılanmasını gerektiren bir geleceği yok çünkü her şey çoktan ailesi ve çevresi tarafından planlanmış durumda. Tüm bunlara rağmen, farklı olduğunu biliyor. Tüm hayatını, inancının ve içinde yaşadığı toplumun katı kuralları çerçevesinde yaşamış olan genç kadının kaçış yolu olarak gördüğü şey ise evlilik.
Ne yazık ki onda da aradığını bulamıyor. Evleneli henüz 1 yıl olmasına rağmen her gün çocuk sahibi olamadığı için kendi ailesi ve eşinin ailesinden gelen baskının altında eziliyor. Yaparken kendini biraz olsun mutlu hissettiği yegâne şey piyano çalmak, ancak maalesef bu da yasaklı şeyler listesinde. Şanslı olanlarımıza fazlasıyla uçuk gelse de farklı inançlara sahip pek çok toplumda yaşanan olaylar bunlar. Görmek için çok uzaklara bakmaya da gerek yok üstelik.
İki farklı zaman diliminde işlenen hikâye, Esty’nin Williamsburg’den kaçışıyla başlıyor. Bu arada zamanda geriye giderek kaçmaya karar verme sürecini de izlemeye devam ediyoruz. Satmar’dan 15 yıl önce kaçarak Berlin’de kendine bir hayat kuran annesinin yanına gidecekken, onun eşcinsel bir birlikteliği olduğunu görmesi, her ne kadar kalıplarından sıyrılmaya çalışsa da ciddi bir kültür şokuna girmesine ve kararını değiştirmesine neden oluyor. Kahve almak için girdiği bir dükkânda Robert’la tanışması, Berlin’deki serüveninin yönünü önemli bir şekilde değiştiriyor. Konservatuvar öğrencisi olan Robert ve arkadaşları, başka bir evrende onun hayallerini yaşıyorlar sanki. Hepsinin bambaşka kültürlerden gelip buluştuğu yerin konservatuvar olması ise, müziğin evrenselliğini temsil ediyor.
Sadece bu noktada kafamda oluşan sorular şunlar: Hayatı boyunca Williamsburg’ten dışarı adımını atmamış bir insanın hiç bilmediği bir ülkede karşısına çıkan herkesin bu kadar mükemmel olması tuhaf değil mi? Dışarıya bu kadar kapalı bir topluluğun adetlerinden tutun da konuştukları dile kadar her şeyi hiçbir yapaylık olmaksızın aktarılmışken, Esty’nin Berlin’e geldiği gibi kendisini kusursuz bir arkadaş grubunun içinde bulması bu gerçekçiliği sarsmıyor mu?
Berlin gibi bir metropolde bir yabancının, gizlice okul binasına girip geceyi orada geçirmesinin kahve, sandviç ve eğitim konusunda yol göstermeyle resmen ödüllendiriliyor olması hayalden ibaret değil mi? Yoksa İstanbul mu insanı bu kadar paranoyaklaştırıyor? Sandviç demişken… Küçük yaşta ilk kez yurtdışına çıktığında yanlışlıkla yediği domuz etini kusmaya çabalayan, farkı anlamadan bayıla bayıla ‘ham’leri ‘bacon’ları götürdüğü halde sorulunca toplum baskısından dolayı “tadı iğrençti” diyenler burada mı? Kurduk mu empatiyi? Dediğim gibi, çok uzaklarda aramaya gerek yok. 🙂
Hepimizin oldukça etkilendiğini düşündüğüm sahnelerden biri Esty’nin gölde peruğunu çıkarması ve bedeninin suyun üstündeki kuşbakışı görünümü. Bence peruk, kıyafetlerini çıkartmasından çok daha önemli bir adımdı. Karakter evrimini kostümlerle de adım adım vermiş olmaları güzel ve önemli bir detaydı. Birdenbire radikal bir değişim yaşayamayacağını biliyorduk zaten. Bir o kadar etkileyici olan diğer sahne de düğünden sonra saçlarının kesildiği, daha doğrusu tıraş edildiği sahneydi. Arkada bir gün sıranın onlara da geleceğini bilerek izleyen çocuklar, Esty’nin güçlü kalmaya çalışsa da aynadaki yansımasına baktıkça titreyerek ağlaması… Karaktere hayat veren Shira Haas genç yaşına rağmen öyle harika bir oyuncu ki. Ağlar ağlatır, güler güldürür, öyle yani. Umarım kendisini ekranda daha sık görür, o güzel sesini de daha çok duyarız. En çok öne çıkan Haas olsa da yüzündeki saf ve mahzun ifadeyle Yanky’yi çok güzel bir şekilde canlandıran Amit Rahav’ı ve Moische karakterine yeterince sinir olmamızı sağlayan, ayrıca kendisi gerçekten de bir Hasidik cemaatine mensup olan Jeff Wilbusch’un da hakkını yemeyelim.
Sorulan Ciddi Sorular
Diyaloglar arasında izlerken belki gözden kaçmış olabilecek, ancak bence sadece Hasidik Yahudilere değil, çok daha geniş bir kitleye yöneltilen güçlü bir eleştiriden bahsedelim. Esty’nin annesi, çalıştığı bakım evinde Esty’nin eşi Yanky ile konuşurken eski hayatına dair özlediği pek çok şey olduğunu fakat yine de özgürlüğü için her gün Tanrı’ya şükrettiğini söylüyor. Yanky saf bir şekilde “Tanrı’ya mı?” diye soruyor. Saf diyorum, çünkü dizide hiç kimse gerçek bir villain değil, yani şeytanlaştırılmamış.
Ağzımız açık, sinirden tırnaklarımızı yiyerek izlediğimiz her şeyin altında yatan sebepler var. Yanky de sadece içinde doğduğu ve büyüdüğü bu sistemin kurbanlarından biri. Kadınlara olduğu kadar olmasa da erkeklere karşı da oldukça katı ve acımasız olan bir kültürden geliyor sonuçta. Onun adına her şeye karar veren annesi, hayatındaki en güçlü figür. Ataerkil toplumlarda eve hapsedilmiş bir kadının hayatındaki en önemli etaplar, anne ve kayınvalide oluşudur. Üzerindeki baskı ve omuzlarındaki yük bir nebze olsun kalkar. Sorun şu ki, bu bir kısır döngüye dönüşür ve aynılarını çocuklarına ve çocuklarının eşlerine yaşatır. Diyaloğumuza geri dönelim. Anne, “Ne o, onun da mı sahibi sizsiniz?” gibi bir cevap veriyor.
İnancının formalitelerini yerine getirmeyen insanların, sıkça o inancın diğer mensupları tarafından yargılandığını ve dışlandığını görürüz. Genelde kişinin kâfir olduğu ve Tanrı tarafından da dışlandığı düşüncesi hakimdir. Kimse kendi o kadar fedakârlık yapıp emirlere uyarken Tanrı’nın bir asiyi affedebileceğini, daha da kötüsü en az kendisi kadar sevebileceğini düşünmek istemez. Yoksa ne anlamı kalır çekilen onca çilenin? Asiler de sorgulamaya başlar böylelikle, tıpkı Esty’nin ilk kez kullandığı arama motoruna yazdığı ilk şeyin “Tanrı var mı?” olması gibi.
Hikâyede dikkat çekmek istediğim önemli olaylardan biri de Moische’nin Esty’yi ölümle tehdit edeceğini düşündüğümüz sırada silahı ona bırakıp, mücadelesinde başarısız olduğunda zaten tetiği çekecek kişinin kendisi olacağını söylemesi. Diziye konu olan cemaat, gerçekte de imajına oldukça önem veriyor. İçlerinden biri toplum huzurunu bozacak hiçbir olaya karışmamalı ki oklar onlara çevrilmesin. Bu yüzden Ortadoğu coğrafyasında çok sık gördüğümüz “namus cinayeti” kavramı onlarda tam olarak yok, çünkü psikolojik şiddet ve tehditlerde bunu kişinin kendisinin yapmasını sağlamaya çalışıyorlar. Böylece kendi ellerini kana bulamamış oluyorlar.
Esty’nin Cinselliği
Dizi boyunca Esty’nin cinselliğe son derece mesafeli olduğunu gördük. Mesafeden ziyade, “vajinismus” adlı bir cinsel işlev bozukluğundan bahsediliyor. Cinselliğin tabu olarak görüldüğü toplumlarda yaşayan kadınlarda daha sık görülen bir rahatsızlık bu. Artık çocuk sahibi olması gerektiğine dair dört bir yandan gelen baskılardan dolayı acı çekmesine rağmen Yanky ile birlikte olmak için kendini zorladığı sahne, özellikle de kadınların izlerken en çok zorlandığı kısım olmuştur sanırım. Şahsen benim için öyle oldu. Birden ve tek seferde atlatmanın zor olduğu bir rahatsızlık olduğunu da göz önünde bulundurursak, Robert ile birlikte olurken hiç sıkıntı yaşamamasının biraz gerçek dışı geldiğini söylemeliyim. Yine de sonunda kendini keşfettiğini görmek karakterin evrimiyle aynı yönde ilerlediği için güzeldi.
Williamsburg Havası
Biraz da ambiyansa, kostümlere ve müziklere şöyle bir göz atalım ve bitirelim. Williamsburg, New York’un 90’larda popülerleşmeye başlamış, bölgede yaygınlaşan hipster akımından ve hareketli gece hayatından dolayı “Küçük Berlin” olarak da bilinen ünlü bir mahallesi. Bölgenin ruhuna tamamen zıt bir topluluğun burada nasıl yaşadığı merak uyandırıcı. Tam da bu sebepten ötürü, sokak sahnelerinde iki farklı kültürü biraz beraber görebilirdik açıkçası. Berlin’i ziyaret etme ve dizide gördüğümüz ortamı nispeten deneyimleme fırsatı bulmuş biri olarak tekno müzik kültürü ve gece hayatı güzel yansıtılmış diye düşünüyorum. Kostümlerin detayları ve yukarıda da bahsettiğim gibi karakterle beraber yaşadığı değişim oldukça çarpıcı. Nasıl hazırlandığını izlemek için yazının başında bahsettiğim yapım aşaması görüntülerini izleyebilirsiniz. Soundtrack’e gelirsek… Schubert zaten ne kadar kötü bir fikir olabilir ki?
Toparlamak gerekirse, ufak tefek pürüzlerine rağmen bu yıl izlediğim en iyi yapımlar arasında rahatlıkla yerini alıyor Unorthodox. Akıcılığı çok kolay yitirmesine neden olabilecek bir konusu olmasına rağmen seyirciyi ekrana kilitlemeyi başarıyor. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz elbette. Dünyanın dört bir yanındaki benzer durumda olan kadınlara mücadelelerinde ilham ve cesaret kaynağı olması dileğiyle…