cem altinsaray

”Hayat kötü filmler izlemek için çok kısa”: Cem Altınsaray İle Söyleşi

Cem Altınsaray Röportajı

#obiçimröportaj

 

Gökçe: Yeni nesil seni daha çok, çığ gibi büyüyen Her Gün Bir Film serinden tanıyor. 1998’de sadece 5 sayı yayımlanan Sinerama dergisinden tut da, TRT’deki Sinefil ve Sinema 7 programlarına ve MUBI Türkiye direktörlüğüne kadar aslında sinemanın her alanında elinden tutmuş bir isimsin. Seni okurlarımız için bir kez daha yakından tanıyalım mı?

Cem Altınsaray: Mühendislik eğitimi almış fakat mühendis olmak istememiş, okumak, yazmak gibi öğretici/yaratıcı süreçlerin içinde daha mutlu olacağını fark etmiş ve kendine alternatif bir yol seçmiş bir sinema tutkunuyum. Yazmaya 1996 yılında Milliyet Dergi Grubu’nda Duygu Asena yönetiminde çıkan dönemin gözde kültür sanat dergisi Negatif‘te başladım. O gün bugündür yazıyorum. Dergicilik, televizyonculuk, editörlük, danışmanlık, yöneticilik, senaryo yazarlığı, küratörlük gibi yıllara yayılan ve geçimimi sağladığım asıl işlerle kimi zaman iç içe, kimi zaman bağımsız olarak yazmayı sürdürdüm.

Biraz yaptığımız işin doğasından, biraz memleket şartlarından, biraz da benim mizacımdan kaynaklanan kesinti ve değişimler gündeme geldi. Bu sayede senin de bahsettiğin gibi türlü deneyimler yaşama, farklı farklı alanlarda çalışma fırsatı buldum. Başkalarının değil de kendi seçtiğim yollardan yürümüş olmaktan dolayı genel olarak mutluyum.

Gökçe:  Twitter listesi olarak başlayan ve daha sonrasında mobil uygulamaya da dönüşen #hergünbirfilm, 800. önerisine ulaşmak üzere, tebrik ediyoruz. Proje nasıl doğdu ve geleceği hakkındaki öngörülerin neler?

Cem Altınsaray: Bu bir proje değildi aslında. Twitter’ı yeni açtığım ve çoğunu bizzat tanıdığım üç yüz-dört yüz takipçimle tatlı tatlı hasbihâl ettiğimiz bir dönemde hiçbir şey düşünmeden bir anda yapmaya başladığım bir şeydi. 2012 yılından bahsediyorum. O zaman böyle pıtrak gibi türemiş film öneri hesapları yok. Bugünkü “film twitter” daha portakalda vitamin.

Her gün bir film prensibiyle ve özellikle az bilinen filmler önerme fikri nedense çok cazip geldi. Başlar başlamaz önerdiğim filmleri izleyip geri dönüş yapan, birbirinden zarif sözlerle minnetini sunan, beni ve önerilerimi sevgiyle kendi takipçilerine anlatan insanlar oldu. Sanırım böyle güzel bir karşılık bulmuş olmanın büyüsüne kapılarak devam ettim.

Twitter’a henüz bağlı tweet özelliği gelmemişken peş peşe attığım tweet’lerle küçük zincirler oluşturup her filmi tek tek anlatıp, methettim. Bu tweet’lerden kapsül metinler oluşturup bir bloga taşıdım. 200 filmi bulunca Instagram hesabı açtım. Ardından App Store’da birkaç hafta boyunca öne çıkanlar arasında kalmayı başaran, FWA ödüllü bir mobil aplikasyona dönüştü ve üç ayda 60 bin kişinin telefonuna indirdiği bir uygulama oldu. İçerik kadar yazılım ve tasarımıyla da takdir topladığını, çıktığı dönemde epeyi bir heyecan yarattığını söyleyebilirim.

Gelgelelim ben MUBI‘yle anlaşıp Türkiye ofisinin sorumluluğunu alınca ve Londra-İstanbul arasında gidip gelmeye başlayınca uygulamayı güncelleyemez oldum. Öylece kaldı. Neden sonra önerilere en azından Instagram hesabından devam edebileceğimi düşünüp geri döndüm ve buraya kadar getirdim. 800 film olmak üzere. Hedefim 1000 film. Hemen hepsini sevip, yarısından fazlasını birden çok kez izlediğim ve başkalarına da izletme ihtimaliyle içimin hop ettiği 1000 film önermiş olmak istiyorum. Bakalım becerebilecek miyim.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Cem Altınsaray (@hergunbirfilm) on

Gökçe:  Biz de seni senelerdir hem Tumblr’dan ”cemirique” (Most Of Us Need The Eggs) olarak hem de Twitter’dan @altınsaray olarak takip ediyoruz zevkle. Geçtiğimiz sene Beyoğlu Sineması ile ilgili başlattığın kampanyayı da Twitter’dan görmüş ve sitemizin ilk haberlerinden biri olarak girmiştik. Üzülerek girdiğimiz kapanma haberini, ağzımız kulaklarımızda güncellemiştik. Oradaki süreç senin tarafında nasıl başladı ve 1 senede nereye geldi Beyoğlu Sineması? Gelecek planlarından da bahsedebilir misin?

Cem Altınsaray: Kapanma haberini alır almaz kendimizi evimizde hissettiğimiz bir mekanı daha kaybetme korkusu ve birikmiş bir isyan duygusuyla işletmenin kurucu ortaklarını ziyaret ettik. Bağımsız filmlerin mabedi olmuş bu tarihi sinemanın kapanmaması için ne yapılabilir diyerek bir haftaya yayılan bir dizi toplantı gerçekleştirdik. Uzun zamandır ödemelerini alamayan alacaklıların da katıldığı görüşmeler sonunda tek çıkış yolunun burada acilen yönetim değişikliğine gitmek olduğu gerçeğiyle yüzleştik. Ve Utku Ögetürk’le birlikte Beyoğlu Sineması’nı sahiplendik. Film şirketleri bu sayede işletmeyle ticarete devam etmeyi ve sinemaya yeniden film vermeyi kabul ettiler.

Bildiğin gibi sinemayı yaşatmak için ivedilikle bir sadakat kartı projesi geliştirdik. Geçen yaz iki aylık bir dönemde sinemanın kapanmasına gönlü razı gelmeyen insanların dayanışması sayesinde 1700 civarında kart satıldı. Öncelikli sorunumuz olan film şirketlerine borcu sıfırlamayı başardıksa da sinemanın hala borcu var. DCP cihazlarının bakım ve onarımını üstlenen mühendislik firmasından aidat ödemeleri aksatılmış iş hanına, tazminat alacaklarını bekleyen eski çalışanlardan vergi dairesine, kalem kalem borçlar var.

Sadakat kartı gibi bir kurgu olmadan sinemanın yaşaması ne yazık ki mümkün değil. Filmlerin küçük ekrandan izlendiği internet çağında, işgal altındaki Beyoğlu’nda bağımsız filmler gösteren bir sanat sinemasının normal gişe geliriyle varlığını sürdürmesi olası görünmüyor. Hele ki sırtınızda Beyoğlu Sineması gibi bir kira yükü varsa. Sponsor desteğiyle 30 yıllık salonu ve tuvaletleri yıkıp yeniden yapmamıza, kafe-fuaye alanını yenileyip pırıl pırıl bir hâle getirmemize rağmen seyirci sorunumuz var.

Eylül ayından bu yana yeni sadakat kartları satışta. Bu defa aylar öncesinden başlayan detaylı bir çalışmanın sonunda dijital bir altyapıyla ve kredi kartı formunda hazırlandı kartlar. Geçen yıldan farklı olarak tümü fiyat avantajıyla geliyor. Seyircinin sinemasına sadece kapanırken değil, her daim sahip çıkması gerekiyor. Sadakat kart alan seyirci destek olmakla kalmayıp gelip film izliyor. Sinemanın yaşaması için olması gereken de bu.

Gökçe:  Çocukluğunun sinemalarıyla şimdikileri kıyaslayınca ne gibi şeylere özlem duyuyorsun? Karşıyaka Deniz Sineması’nın son haline verdiğin Muhsin Bey tepkisini okumuştuk Tumblr’dan.

Cem Altınsaray: Çocukluğumun geçtiği Ankara’da ilk filmlerimi izlediğim Akün ve Arı sinemalarını; lise döneminden İzmir’de Deniz ve Çınar sinemalarını, İstanbul’da Emek ve Alkazar sinemalarını bir insanı özler gibi özlüyorum. Bu mekanlarda sadece film izlemedim çünkü. Dünyaya baktım, hayatı öğrendim, insanları tanıdım. Karnımı doyurdum, uyudum, yeri geldi işimi yaptım, çalıştım, arkadaşım olan, sevgilim olan kimselerle tanıştım. Kısaca hayatın önemli bir kısmını buralarda tattım. Ve artık hepsi anılarda kaldı.

Sinema yazarı arkadaşım sevgili Kutlukhan Kutlu‘nun çok güzel dile getirdiği gibi; sinema salonlarını filmlerden ayrı düşünmek mümkün değil. Filmleri izlediğimiz salonlar filmlerin zihnimizde bıraktığı izin bir parçası oluyorlar. Bu mekanları diğerlerinden ayıran özellikler bulunması, bir karakterleri olması bu izi daha kalıcı hâle getiriyor. AVM sinemaları belki şık, belki rahat ama hepsi birbirinin aynı ve hangi filmi hangisinde izlediğini büyük ihtimalle hatırlayamazsın.

Sanırım en çok özlediğim şey festival dönemleri dışında da dolu salonlarda film izlemek. Öyle kutu kutu odalarda değil, beş yüz kişinin, bin kişinin bir arada film izlemesinden bahsediyorum. Bu özlemi ancak kapısı sokağa açılan tarihi kent sinemalarını yaşamış, buralarda yüzlerce kez film izlemiş olan anlar. Adım atmamış insana anlatamazsın. İşte Beyoğlu Sineması’nın da aynı akıbeti yaşamaması için tüm çabamız.

Gökçe:  Socrates belgesel serileri nasıl başladı, devamı gelecek mi?

Cem Altınsaray: Birkaç ay önce yine Twitter’da en sevdiğim spor belgesellerini paylaşmıştım. Socrates Dergi‘nin Youtube kanalı Socrates Studio genel yayın yönetmeni arkadaşım Onur Erdem bunu program yapalım dedi ve kolları sıvadık. Şimdiden dört bölüm oldu. Ben projenin başında 40 belgesellik bir liste çıkarmıştım. Bilmiyorum ne kadarına sıra gelecek. Ama heyecan duyarak, severek yaptığımızı söyleyebilirim. İnşallah o güzelim belgesellerin izlenmesinde bizim de payımız olur.

Gökçe:  Şimdiye kadar paylaştığın #HerGünBirFilm’in her biri çok kıymetli ama seni en çok etkileyen ve ilham aldığın 5 film önerisini okuyucularımızla paylaşabilir misin?

Cem Altınsaray:  En sevdiğim 10 da değil 20 filme Twitter hesabımda ‘en’lerimi topladığım “Hayat neden yaşamaya değer?” başlıklı Moment’ten ulaşılabilir. Beş film sorduğun için, dönemlere yayarak biraz ısmarlama bir seçki yapayım: Le Notti Di Cabiria, Le Samouraï, Blade Runner, Trois Couleurs: Bleu, La Mujer Sin Cabeza. Güzelliği ve azametiyle beni yere sermiş, her daim ilham aldığım beş film.

#obiçimröportaj serimizin dördüncü konuğu olan Cem Altınsaray‘a çok teşekkür ediyoruz.

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.