Swallow
Mükemmel bir ev, mükemmel bir eş, kusursuz ve dertsiz bir hayat. Adeta bir Barbie evi. Carlo Mirabella-Davis‘in ilk uzun metrajı Swallow, stilize ötesi fragmanı ve müthiş gözüken sinematografisi ile beklentilerimi oldukça yukarı çıkarmıştı. Nitekim fena da bulmadım ama güzel kompozisyonlar ve renkler dışında da aklımda kalan bir şey olmadı filmden.
Başroldeki kadın, varlıklı bir aileye gelin gitmiş olmanın dışında herhangi bir vasfa sahip olmayan sıradan mutsuz ve umutsuz bir ev kadını olarak yansıtılıyor. Hatta filmin başındaki kuzu > hamilelik match cut‘larına bakılırsa neredeyse damızlık bir küçükbaştan farkı olmadığını çok iyi anlayabiliyoruz Hunter’ın (Haley Bennett) Conrad’ların gözünde.
Doğuracak olması dışında hiçbir hareketinin önemsenmediği ve sözünün hiçbir ortamda beş para etmediği Hunter, bir kaçış noktası ve adeta çığlık olarak ekstrem yemeye yöneliyor. İleride Pika Sendromu olarak bahsedilen bu durumun, hamilelikle ve bu aşırı görmezden gelinme arasında ne oranda bölüştürüldüğünü bilmiyoruz.
Kayınvalidesi tarafından hediye edilen mutluluk sanatı kitabı ile gelen kendiyle gurur duyma hissi, farklı bir şeyler yapmanın ve günlük sıkıcı rutininde kendince bir iş başarmış olmanın verdiği haz ile birleşiyor ve gittikçe daha sivri ve garip nesneler yutmaya başlıyor.
Onun bedeni, onun kararı
Bebeğe ne olur diye düşünmeden bunları yapması klişe aptal sarışın karakter ve vurdumduymazlık arasında ince bir çizgide mi acaba diye şüphelenirken, doktor seanslarından sonra öğreniyoruz ki ailevi geçmişe dayanan dürtüler ve travmatik izler mevcut bu umutsuz ama mutlu gözüken ev kadınımızda.
Birkaç kez hastanelik olduktan sonra artık 7/24 Hunter’a göz kulak olması için bakıcı tutuluyor. Bakıcının Suriyeli bir göçmen olması ve bir elin parmaklarını geçmeyecek repliklerinden birinin savaşla ilgili bir gönderme olması, birçok çevrede, yönetmenin zorla monte ettiği ödül avcılığı unsuru olarak yorumlansa da beni çok rahatsız etmedi. Neyse ne diyorduk, Luay’ın 7/24 gözetimine rağmen, aşağıdaki görselde de görebileceğiniz gibi oraya buraya sakladığı acil durum çivilerinden atıştırmayı ihmal etmiyor tabii ki ve sürekli hastanelik olmaya devam ediyor (pil bile yutuyor ve zehirlenmeden atlatıyor neyse ki). Burada aslında tuvalet dahil evin her yerine gizli kamera yerleştirmek daha mantıklı olabilirdi bu gibi durumları da tespit edebilmek için.
Persona non grata
Sayısız hastane ve psikiyatr seansından sonra anlıyoruz ki, zaten ”bebeğe ne olur”dan ziyade ”bu bebeği istiyor muyum” durumu ve başka kafa karışıklıkları mevcut. Tecavüz ile dünyaya gelen bir çocuk olarak Hunter’ın bu durumu aşamadığı, cüzdanında annesinin tecavüzcüsünün fotoğrafını taşımasından belli oluyor. Kocasından ve kocasının ailesinden de aynı şekilde hiçbir takdir görmemesi ve neredeyse ”persona non grata” ilan edilmesi de ”istenilmeyen insan” olduğu gerçeğinin su yüzüne çıkmasına neden oluyor. Bu kısımlardan itibaren filmin rengi değişiyor ve Hunter’ın kabulleniş ve kendini arayışına doğru yol alıyoruz. Daha önce pek işlendiğini görmediğimiz ilginç bir sendromu oldukça iyi anlatırken, bir anda ortaya çıkan bu geçmişin karanlık yüzüyle feminist bir manifesto olmaya çalışıyor Swallow.
Biterken, elimizde filmin antagonisti olarak, kadın bedeninde söz sahibi olmaya çalışan devlet, aile gibi daha küçük kurumlar ve eşler kalıyor. Luay’ın yardımıyla akıl hastanesine kapatılmaktan son anda kurtulan Hunter, kaçıp giderek hiçbir tahakküm altında kalmayacağı yeni bir hayata yelken açıyor. Sendromu devam ediyor mu etmiyor mu bilmiyoruz ama artık daha rahat ve özgür biri olacağı kesin.