Before Sunrise Eleştirisi
Trenleri çok seviyorum. Hele Avrupa’da trenle şehir veya ülke değiştirmekten inanılmaz keyif alıyorum. Belki bu 1995 yılında Richard Linklater‘ın içime kazıdığı film yüzündendir. Filmi ilk seyrettiğim zamanlarda henüz 20’li yaşlarıma girmek üzere olduğumu ve çok aşık olduğumu hesaba katarsanız bir sonraki film için neden 9 yıl bekleyenler kervanına katıldığımı anlamlandırabilirsiniz. Zaten filmin kafasını anlayanlar daha güçlü içine çekilirken, diğerlerinin sıkılmasıyla ilgili her şey. Bu arada sadece diyaloglar üzerine kurulu bir film diye tanımlanmasına ciddi olarak karşı çıktığımı söylemeliyim. Bana göre birbirini hiç tanımayan farklı hayatlara sahip iki genç insanın mimikleri, bakışları, arada konuya dahil olan yan karakterlerin ve diyaloglarla kusursuz bir şekilde dans eden Viyana sokaklarının filme katkısı büyük.
Herkesi cezbedecek bir başlangıcı var hikayenin: güzel bir yabancıyla bir tren yolculuğu esnasında tanışmak. Keyifli bir sohbete dalmak. Sohbetin en iyisi yabancı biriyle yapılır. İçinde barındırdığı bilinmezlik ve özlem duyduğunuz ihtimaller her zaman çekicidir. Nasıl ilerleyeceğini bilemezsiniz ama umut insanı güzelleştiren bir duygudur. Cesaretle tamamlandığında: yani bir gecesi kalan adamın, kadına kendisiyle o geceyi dolaşarak geçirmesini teklif etmesi ve sonrasında kadının bu cesareti göstermesi bana göre umut yüzünden. Yaşanabilecek güzel şeylerin özlemi sizi trenden indiren şey. Celine (Julie Delpy), trenden inerken bir an tereddüt eder ve düşünür. O an inanılmazdır. Hayatımızda o anlar hep gelir. Ya trenden umutla, heyecanla bir bilinmezliğe inersin ya da normal hayatına devam edersin.
Bu film trenden en azından bir kez inmiş olanların filmidir. Sebebini hepimiz biliyoruz. Bunu tanımlamamı beklemeyin benden. Ama film burnunuza en sevdiğiniz yemeklerin piştiği bir mutfaktaymışsınız gibi yaşarken hissettiğiniz tüm güzel duyguların kokusunu getiriyor. Tramvayda ilk soru cevap konuşması adamın kadına dokunmak istediğinin vesikalığı gibi. Sonra bu elektrik plak dükkanında devam ediyor. Plağı dinlemek için birlikte dükkanda özel bir odaya giriyorlar. Kath Bloom – Come here eşliğinde hani o birbirinize gizli zarif, utangaç baktığınız anlardan birini yaşıyorsunuz. Şarkı birbirlerine dokunmaları gerektiğini haykırıyor. Ama çıkıyorlar oradan. Bazen çok isteyip harekete bir türlü geçemezsin ya. O an hissedilenler o kadar naiftir ki belki öyle olması en iyisidir. O heyecan bazen dokunmaktan daha güzeldir. Belki de gerçekten doğru zaman değildir. Merak etmeyin daha sonra dönme dolapta herkesin beklediği öpüşme gerçekleşiyor.
Bir yandan sokaklarda, kafelerde geçen diyaloglarla hayatı sorguluyorlar. Bir yandan bilindik duygulara göndermeler yapıyorlar ve akıp gidiyor gece. Bir falcı yüzünden ilk tartışmalarını yaşıyorlar. Bir evsiz hayatlarına anlam katabilirse para verecekleri bir şiir yazıyor onlara. Aslında söyleyemediklerini sanki eski arkadaşlarını arıyormuş gibi elleriyle telefon ahizesi taklidi yaparken söylüyorlar. Adamın bir kızın peşinden geldiği ve hayal kırıklığını uğradığı çıkıyor oraya mesela. Vedayı zamanında önce yaparak kurtulabileceklerini sanıyorlar. Bir barmenden bedava şarap istiyorlar. Hayatlarının en güzel gecesi olması dileğiyle veriyor adam. Parkta sevişmeleri halinde gecenin özelliğini yitireceğini düşündüğünü söylüyor kız. Bu önerme çoğumuza tanıdık. Seviştiklerini göstermese de sabah askılı elbisesinin altındaki tişört yok. Filmin başlarında bir mezarlığa giderken önlerinden hızla geçen tavşanın, filmin sonunda bir göndermeye konu olduğu çıkıyor ortaya. Jesse (Ethan Hawke), Céline kucağında yatarken W. H. Auden‘den bir alıntı yapıyor: yıllar tavşan gibi koşuyor diyor.
Kısacık geceye sığan onca şeye rağmen hızlı geçiyor zaman. Ayrılık sahnesi filmin başladığı trenin önünde. Bir daha görüşmemeye ve bu geceyi ömürleri boyunca hatırlamaya karar vermiş iki insan görüyoruz önce. Sonra Jesse dayanamıyor ve ne kadar saçma bir fikir olduğunu, görüşmeleri gerektiğini söylüyor. Céline bunu söylemesini beklediğini söyledikten sonra 6 ay sonra 16 Aralık’ta 9. peronda buluşmak üzere sözleşiyorlar. Her ikisinin yüzündeki ayrılığın verdiği endişe ve iç karartıcı üzgün ifade çok ama çok iyi. Bu diğerinin söylemesini beklemek dünyanın en saçma şeyi. Ama hepimiz yaptık itiraf edelim. Neyse filmin en güzel sahneleri başlıyor sonra. Tüm yaşanmışlık gözünüzün önünde akıyor. Bu sefer iki baş karakterden yoksun mekanlar boy gösteriyor. Ama siz bir şekilde diyaloglardan aldığınız hazzı yeniden tadıyorsunuz.
Ey trenden inenler ve inmeye meyilliler. İnmediği için pişman olanlar. Diğeri söylesin diye bekleyenler. Romantizm sevenler. Özleyenler bu filmi seyretmediyseniz hiç durmayın. Hem siz bizim gibi hikayenin kahramanlarının 6 ay sonra buluşup buluşmadıklarını öğrenmek için 9 yıl beklemeyeceksiniz. Evet bekledim. Pişman değilim. Trende görüşürüz.