Konuk yazarımız Beykent Üniversitesi akademisyenlerden Yrd. Doç. Dr.
Cengis ASİLTÜRK oBiçimSinema için yazdı
Çoğu kişi birçok konuda bilgi üzerine inşa edilmemiş kimi fikirler(!) taşır. Bu fikirleri herhangi bir alana dışardan bakan caféterya müdavimi herhangi bir kişinin fikirlerinin ötesine geçemese de…
Sinema bu alanda en harcıâlem alandır
Film setlerinde, orada burada duyarsınız; çoğu insanın arzusudur bir gün muhteşem(!) bir film çekmek. Çekeceği filmin muhteşem olacağı ise henüz ortada bir senaryo bile yokken, baştan bellidir. Bu kişilerin pek azı, gerekli eğitimi ve deneyimi hesaba katar.
Gerekli eğitim ve deneyimi hesaba katan esas adam/kadın kimdir? Vladimir Nabokov yaratıcılığa etki eden aile, doğuştan gelen yetenek, çevre, gen, eğitim, deneyim etmenlerinin payını puanlarken; yüzde kırk gibi önemli payı bilinemeyen x faktörüne verir. Böylece iyi bir yönetmen olmanın temel koşulu, eğitimin yanında, kişinin kendi durumu ve bu x faktörüdür.
Bugün kimya, bilgisayar, uzay, atom, genetik alanlarında kimi ülkeler ötekilerden çok ileriye gitmiştir. Bu nedenle söz konusu alanlarda eğitim-öğretimin o ülkelerde alınması hayli önem arz eder. Sanat, özellikle tüm toplumların ortak alanı sinema sanatında eğitim-öğretim söz konusu olduğunda, önyargılardan derhal kurtulmak gerekir.
Bu nedenle yönetmenin kendiliğindenliği önemlidir
Çağdaş sinemacı; sinemanın, dil olanaklarıyla deneysel çalışmalara da fırsat tanıdığını fark etmiştir. Deneysel çalışma önemli olmakla beraber, hikâye, çağdaş sinemada da önemini korumaktadır. Bu filmlerle, değişik atmosfere gireriz, şaşırtıcı duygu dünyalarına çağrılırız, gelenekseldeki gibi kurulmuş bir hikâye evreninde yaşarız, özel durumlara tanıklık ederiz.
Hikâye etme terimi; düş dünyası engin, olayları layığınca anlatabilme becerisine sahip kişinin; yaşadıklarını, görüp-gözlediklerini ve zihninde kurduğu ilginç olayları kahramanların serüvenleri üzerinden söz, yazı ya da görüntüyle aktardığı drama örgüsünde yapı (kurmaca), yani anlatı anlamında kullanılmıştır. Örgütlendirilmiş serüven yapısına sahip anlatıların en yaygın örnekleri masallar, hikâyeler, romanlar, filmlerdir.
Bu, mutlak bir gelişim çizgisidir. Vücut dili ilk halka ise günümüz sınırlılığı içerisinde sinema son halkadır.
Evrilmenin ara basamakları ise söz ve yazıdır
Hikâye anlatıcısı araç olarak ister vücut dilini, ister sözü, ister yazıyı, isterse hareketli görüntü sanatı sinematografı kullanmış olsun; tarih boyunca daima önemsenmiştir. Bu önem, kimi zaman takdir edip ödüllendirme, kimi zaman cezalandırma yoluyla vurgulanmıştır. Zira hikâye anlatıcısı özgür bir dünya için sorgulayıcı gözle bakan bir bozguncu günahkârdır, ama toplumun uslanmasını sağlayan kadim dosttur da. Kahramanın başından geçenler, kahraman ilişkileri, onun nasıl bir çizgide serüvenler yaşadığı, niteliği, niçin nereye gittiği, sonunda ona ne olduğu, kahramanın klâsik varlığının toplumu nasıl etkilediği, ona karşı çıkılmadan önce, yeniden gözden geçirilmelidir.
Aristoteles’ten beri kahraman, her koşulda tek olanı, gücü, önderliği, özdeşlik kurulup peşine düşülecek kişiyi temsil ededursun kahramanın yaşadığı serüvenlerin okuyucu, izleyici, dinleyici belleğine ne bırakabileceği, çatışma açısından leyhe bir gelişim yaratıp yaratmadığı henüz karmaşık görünmektedir.
Katharsisin olumsuzluğuna karar vermeden önce, konuya bu açıdan ve yeniden, bir de öbür taraftan bakmak gerekir
Hikâye okuyan, dinleyen, izleyen kişiler serüven yaşamış olmanın doğası gereği, artık eski kendileri değillerdir. Çünkü hikâye anlatıcıları söylemleriyle, uslandırılarak donmuş bir yaşantının içine hapsedilmiş insanlara, çok değişik dünyaların kapılarını açarlar. Onların eski hallerinden rahatsızlık duymalarına neden olurlar. Önemli olan, kafa karışıklığının getireceği sorumluluğu göze alıp alamamadır.
Serüveni hikâyeye sarıp sarmalayarak kurmaca örgü içinde aktaran anlatıcının amacı; şu an yaşamakta olduğunu ortaya koymak ve yaşantısının izlerini geleceğe aktarmak olabilir. Anlatıcı hayattaki geçici varlığının unutulup gitmesini önlemek ister. Kalıcılığını sağlamanın (ölümün üstesinden gelmenin) yollarından biridir bu. Zira canlılar arasında yalnızca insan, öleceği bilincine sahiptir. Bu trajik (belki patetik) bilinçle yaşamaya yazgılı olmanın yarattığı travmaları, bir defa yaşanacak hayatta birçok yaşantı deneyerek atlatabileceğini, ölümsüzlüğe ancak anlatıda yaşayarak ulaşabileceğini ilk zamanlarda bilinçaltına koyan insan; mitosların, efsanelerin, masalların, destanların, romanların, hikâyelerin, sonunda filmlerin kahramanıyla özdeşleşerek, yaşantı zenginliği sağlamıştır. Bu nedenle de özdeşleşmeye her zaman olumsuz anlam yüklenemez.
Hikâye yapılarını kuran anlatıcılarla onlar tarafından serüveni anlatılan kahramanların ölümsüzlüğe anlatılar yoluyla ulaşabildiğini sezinleyen insan, içinde yaşayabileceği anlatım aracını geliştirdi: sinematograf… Böylece anlatıların içinden geçirildiği kanal değişmiş oldu, hikâye yok olmadı. Tarihsel varlığını insanlığın ortak mirasına borçlu olması nedeniyle kalıcı olabilen anlatı sanatı, biçim değiştirerek hep sürdü.
Söz, yazı ve görüntü, her ne kadar birbirinin yerini tutamayacak da olsa; yazı yoluyla anlatılan bir hikâye, zamanla sözle anlatılan hikâyeye; görüntüyle anlatılan hikâye ise yazıyla anlatılana üstün tutulur bir hale gelmiştir. Öyleyse sinema görüntü ve ses kullanılarak hikâye anlatmanın en yetkin aracı sayılabilir. Sinemada, insanın en iyi bildiği gerçeklik, hayattaki gibi görüntü, ses ve mimikler bir aradadır. Çağın en gelişmiş hikâye anlatma aracı sinemanın kullanımından kaynaklanan kimi aksaklıklar da ortaya çıkmıştır.
Başlangıçtan beri bu sanatın bedenini üç tür hastalık kemirmiştir
Hastalıkların ilki: Çoğu zaman sinema sanatının ses (müzik, diyalog, anlatıcı) düzlemi bileşimi abartılmıştır. Böylece; kurgu, kadraj, renk, ışık, kostüm, oyunculuk, kamera hareketi (kamera rejisi) ve mekân dengeleri gözardı edilmiştir. Bunun sonucunda sinema, kimi filmler örneğinde ‘görüntülü radyo oyununa’ dönüşmüştür. Bir görüntüyü destekleyen fon müziğinin varlığı üzerinde uzlaşılmış olması, kaynağı görülmeyen bir keman sesinin ormanda bisikletle ilerleyen birinin görüntüsüne eşlenmesinin kabul görmesi, perdedeki olayın sözlü bir müzikle desteklenmesine, olayın müziğin sözüyle açıklanmasına anlayış gösterilmesini gerektirmez…
Hastalıkların ikincisi: Filmsel biçim baş tacı edilerek hikâyenin gözden çıkarılmasıdır. Bu, sinema sanatının amacı gerçekte kendi diliyle hikâye-serüven anlatmak, izleyiciye hikâye yaşatmak, belli bir serüven duygusunu oluşturmak değilmiş gibi kökten biçimciliğin ön plana çıkarılması sonucunu doğurmuştur. Bir sahne duygusu yaratmak yerine, bir kamera altlığıyla yapılabilecek atraksiyonla göz boyama tercih edilirse, filmin varlık amacından sapılmış olur.
Hastalıkların üçüncüsü: Sanki sinemanın özgün bir dili yokmuşçasına; atmosfer, olay, duygu, hikâye kurulurken düşülen tuzaklardır. Böylece film yaratılırken, filmin önüne geçen fotografik görsellik, müzik, ses, diyalog varyasyonlarına umut bağlanmıştır.
Peter Greenaway edebiyat uyarlamasına karşı oluşu ayrı tutulmak koşuluyla; “Sinema edebiyatçı dükkânı değildir” derken ne kadar haklıysa; “Sinema, resim galerisi ya da fotoğraf sergisi değildir” yaklaşımımız da bir o kadar doğrudur. Öyleyse sinemanın fotoğraf sergisi ve resim galerisiyle aynı şey olmadığı unutulmamalıdır. Kimi filmlerin hikâye-serüven anlatmak yerine; hüzün, yitmişlik, yalnızlık gibi duyguları yaratma odaklı kurulması, tartışmanın başka bir boyutudur. Sonuç olarak; sinema varsın, tüm öteki sanatları yağmalamayı sürdüredursun, o kendisinden başka hiçbir şey değildir. Onunla insanın önemli bir gereksinimi olan hikâyeler anlatılmasında da, sanıldığı gibi bir sakınca yoktur. Çünkü hikâye, öğrenme kanalıdır, empati kurmayı sağlar, izleyenleri bambaşka yaşantılar içinden geçirir, zihinsel devinimlerle insanın hayal dünyasını genişletir.
Yrd. Doç. Dr. Cengis ASİLTÜRK kimdir?
10 Ekim 1968, Adana doğumlu senarist, yönetmen ve akademisyen. Sinemada Diyalektik (Yaratıcı Kurgu) adlı teziyle Yüksek Lisans, Sinemada Şiirsel Anlatım adlı teziyle Doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve çeşitli kurumlarda sinema (senaryo, yönetmenlik, göstergebilim, film çözümlemesi ve belgesel film) dersleri vermiştir.
TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğünde (1999-2007) çalıştı. Esir Şehrin İnsanları (Y: Cafer Özgül), Sanatçının Ölümü (Y: Tülay Eratalay) Beş Kollu Avize (Y: Ömer Kavur), Patroniçe (Y: Ömer Kavur), Koltuk (Y: Ömer Kavur), Şaşı Felek Çıkmazı (Y: Çağan Irmak) adlı TRT filmlerinde yönetmen yardımcısı olarak görev almıştır.
Tüm filmlerinin senaryolarını yazıp, yapımcılığını ve yönetmenliğini yapmıştır. Birçok ülke festivallerinde gösterilen (kısaltılmış Uzun) filmleri çeşitli ödüller almıştır. 2006-2008 yılları arasında Sinema-TV (Türkçe) Bölüm Başkanlığı yaptığı Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde halen öğretim üyesidir. (kaynak: kameraarkasi.org)