Asabiyim, Asabisin, Asabiyiz!
Uzun süredir su yüzüne çıkmamış düşüncelerimizle yüzleşmekte olduğumuz ve iç sesimizle baş başa kalmanın huzursuzluğunu yaşadığımız bu karantina günlerinde harika bir kara mizah hiç de fena bir fikir değil diye düşünüyorum. 2014 yapımı Relatos Salvajes (Wild Tales), Arjantinli yönetmen Damián Szifron’un Akademi Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film dalında yarışan, en çok ses getiren filmi. Başrollerinden birinin Ricardo Darín, yapımcıları arasında da Almodóvar kardeşlerin olduğunu bilmek, son dönemde oldukça popülerleşen İspanyol ve Güney Amerika sineması meraklılarını daha da heyecanlandıracaktır.
Hikayelerinin işlenişindeki akıcılık, yaratıcılık ve her birinde en az bir kahkaha potansiyeli ile bugünlere en uygun filmlerden biri Relatos Salvajes. Hikayeler, evet. Film, içerisinde 6 tane birbirinden bağımsız hikâyeyi barındırıyor ancak hikâyeler birbirinden bağımsız olsa da her birinde kendini gösteren, hikâyelerin birbiri arasında paylaştığı en önemli noktalardan biri ciddi sistem eleştirileri oluyor. Bunu günlük hayatta yaşama ihtimalimizin olduğu olaylarla veriyor olması, absürt olduğu kadar realist de kılıyor hikâyeleri. Bu noktadan sonra yazdıklarımın spoiler içeriyor olduğunu söylemek durumundayım. İzlemeyenlerle filmden sonra görüşürüz umarım.
İlk Hikâye – Pasternak
Filmde açılış görevi gören en kısa hikâyede, Gabriel Pasternak’ın hayatını bir nevi “mahveden” insanlardan intikam alışını izliyoruz. Seyircinin en yontulmamış, en vahşi insani içgüdülerine hitap eden, benzer olaylar yaşayanlarımızı da inceden inceye suçluluk duygusuyla karışık şekilde tatmin eden bir intikam bu. Uçakta bir araya toplanmış karakterlere baktığımızda gördüğümüz şeyler ihanet, acımasızlık ve ikiyüzlülük oluyor. Sevgiliniz ve en yakın arkadaşınızın ihaneti, kibirli bir hocanızın ödevinizi/sınavınızı değerlendirirkenki acımasız ve aşağılayıcı tavrı, belki de son çare olarak gördüğünüz terapistinizin ücretini yükseltmesi ve sizi bir başınıza bırakması… Oldukça empatiye açık ve hayatın içinden olaylar. Hikâyenin realist olmaktan çıktığı nokta ise, intikamın alınış şekli.
İkinci Hikâye – Las ratas (Fareler)
Otoyol kenarında bulunan küçük bir restoranın iki çalışanı ve istenmeyen müşterisi üzerinden ilerleyen ikinci hikâye, yine bir intikam öyküsü. Haklı nedenlerle istenmeyen bu müşteri, genç garsonun ailesine yaşattığı felaketlerle örtüşen bir tavra da sahip olduğundan dolayı direkt olarak kendisinden tiksinmemize neden oluyor. İntikam fikrini ortaya atan ve gerçekleştiren yaşlı kadın, hapishanede olduğu kadar dışarda da görmüş geçirmiş bir karakter olarak çizilmiş ve adaletin her zaman kanunlar ve hukuk aracılığıyla erişilebilecek bir şey olmadığı kanaatinde. Tanıdık, değil mi? Kimi zaman haberlerde, kimi zaman da kendi çevremizde haksızlığa uğrayanların mahkeme salonlarından elleri boş döndüklerine şahit olmuşuzdur. Bu teyzemiz, buna bir dur demenin zamanı geldiğini düşünenlerden. Genç kadın ise hem hapse girerek kendi hayatını hem de ne yapmış olursa olsun başka bir insanın hayatını mahvedemeyecek ya da bu durumda elinden alamayacak kadar naif… Çoğumuz gibi.
Üçüncü Hikâye – El más fuerte (En Güçlü)
Üçüncü hikâye, izlerken midenizin en sağlam durumunda olmasını gerektirenlerden. İki farklı sosyal sınıfı temsil eden karakterlerin, kendi özel araçlarıyla şehirlerarası yolculuk ederken tatsız bir şekilde yolları kesişiyor. Özellikle büyükşehirde onca trafik canavarının arasında araba kullananlar çoktan empatiyi kurmuştur diye düşünüyorum. Sınıflar arasındaki düşmanlığın gelebileceği nokta iyi, ancak uçuk şekilde işlenmiş. Sinir bozucu, ancak sıradan bir olayla başlayan hikâyenin geldiği yer son derece absürt, “mind-blowing” denen cinsten. Her bir hikâyede karşılaştığımız durum bu aslında. Sıradan görünümlü olaylar trajikomik bir yöne evriliyor ve diğeri başladığında akıllarda “bu sefer ne olacak?” sorusu beliriyor.
Dördüncü Hikâye – Bombita (Küçük Bomba)
Geldik iki favorimden ilkine. Ricardo Darín’in başrolde olması bu hikâyeyi baştan torpilli yapıyor benim için. Kendisini bina yıkımında uzman bir mühendis olarak görüyoruz. İşten çıkıp kızına doğum günü pastası almaya gittiği bir gün, arabasının çekildiğini öğrenmesiyle başlıyor her şey. Sorun şu ki arabasını bıraktığı yerde park yasağı olduğuna dair hiçbir iz bulunmamakta. Çoğumuzun “aman ne uğraşacağım” ya da “elime ne geçecek” diye cezayı ödeyip olayın siniri ve stresiyle hayatına devam etmeyi tercih edeceği bu duruma, karakterimiz daha farklı şekilde yaklaşıyor. Haksızlığa karşı durmasının kısa vadede olumlu sonuçları olmadığı gibi, hayatını alt üst ediyor. Ailesinden ya da sosyal çevresinden bu konuda hiçbir destek görmeyen mühendis, çareyi yine mesleğinde buluyor diyebiliriz 🙂 Birbirinden haberi olmayan, kendi hatalarının faturasını vatandaşlarına kesmekte bir sakınca görmeyen yönetim organlarına güzel bir eleştiri niteliğindeydi. Klişe, ancak tatmin edici “adalet yerini buldu” finalini keyifle izlediğimi söylemeliyim.
Beşinci Hikâye – La propuesta (Teklif)
Ayrıcalıklı bir aileye mensup bir genç, alkol aldığı bir gecenin sonunda arabayla hamile bir kadına çarparak kadının ve bebeğinin ölümüne sebep oluyor. Eve geldiğinde ailesi olayı öğreniyor ve avukatları çağrılarak hemen bir kriz masası oluşturuluyor. Suçunu itiraf edip hapse girmesi söz konusu bile olamaz çünkü(!). Evin çalışanlarından José’nin bir miktar para karşılığında suçu üstlenmesine karar veriliyor. Olay henüz tazeyken eve gelen savcı da rüşvetle bu ittifaka dahil oluyor. Gencin babası içinde bulundukları zor durumdan ve başka seçenekleri olmamasından maksimum düzeyde faydalanmaya çalışan bu insanlara tahammül edemiyor. Sınıfsal farkları ve gücün getirdiği ayrıcalıkların çok güvendiğimiz adaleti satın alabiliyor oluşunu gözler önüne seren beşinci hikâye, daha düşük tempolu ilerlese de seyirciyi bunaltmıyor. Yine de içlerindeki en klişe hikâye oluşundan dolayı akılda kalıcılığı en az olanın bu olduğunu söyleyebilirim.
Altıncı ve Son Hikâye – Hasta que la muerte nos separe (Ölüm Bizi Ayırana Dek)
Bir diğer favorim olan, izlerken en çok kahkaha attığım son hikâyeye geldik veee filmi bitiriyoruz… Olaylar, gelin Romina’nın düğününde henüz yeni evlendiği eşi Ariel tarafından aldatıldığını öğrenmesiyle başlıyor. Romina, uğradığı ihanetin uyandırdığı intikam isteğiyle oteldeki mutfak çalışanlarından biriyle birlikte olurken Ariel tarafından tabiri caizse basılıyor ve hınçla bu saatten sonra ona en ufak ilgi gösteren her adamla istediğini yaşayacağını, Ariel’inse en ufak bir itirazda bulunamayacağını söylüyor. Düğün gününde aldatıldığını öğrenen, yetmiyormuş gibi bir de eşinin kendisini aldattığı kadını bilmeden düğününde ağırlayan bir kadının sinirsel çöküşü trajikomik bir biçimde verilmiş. İlerledikçe “bu ikili kesin birbirini parçalar” dedirten hikâyenin sonu, hiç de beklediğimiz gibi olmuyor. İyi ki de olmuyor. Baştan sona hiç sıkmayan temposuyla, özellikle de Romina karakterine hayat veren Érica Rivas’ın şahane oyunculuğuyla filmin en keyifli hikâyelerinden biri diyebilirim.
Yazan ve yöneten Damián Szifron’un gündelik olaylarla yaratıcılığını harmanlayarak ortaya çıkardığı Relatos Salvajes, kendisinin üçüncü uzun metrajlı yapımı. Kariyerinin çoğunda kısa film çekmiş bir yönetmen olarak, 6 kısa metrajlı filmi tek bir uzun metrajlı bir filme dönüştürmüş aslında. Çok da güzel olmuş. Her biri olay, mekân, çekim, kısaca her açıdan birbirinden tamamen farklı olsa da dikkat çeken nokta şu: Hepsinin öfke ve intikam çatısı altında birleşmesi. “İzlediğime değdi” dedirten, İspanyolcanın o güzel ritmine kapılıp gittiğimiz, absürtlüğüne rağmen bir saniye bile yapay hissettirmeyen bir filmdi. Yönetmeni ve tüm ekibi tebrik ediyor, daha nicelerini sinemaya kazandırmalarını umuyoruz.