Amores Perros: Biz Gerçekten Kaybettiklerimiz Miyiz?
Amores Perros, ya da Türkiye’de vizyona girdiği ismiyle Paramparça Aşklar Köpekler, 21 Grams, Birdman ve The Revenant ile tanıdığımız Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu’nun ilk uzun metrajlı filmi. 2000 yılında vizyona giren film, o sene kendisiyle birlikte vizyona girmiş olan diğer filmlerden çok daha fazla ses getirmiş ve uluslararası film festivallerinde çok sayıda ödül almış.
Tek bir ana karakter üzerinden ilerlemeyen bu filmde, üç ayrı hikayenin bir trafik kazası ile kesişmesi söz konusu. Hikayelerin hepsi Meksika’nın başkenti olan Ciudad de Mexico’da geçiyor. Film, Octavio ve arkadaşı Jorge’nin kaçış sahnesi ve ardından kaza yapmaları ile açılıyor, sonra zamanda geriye gidiyoruz. Kimi zaman izleyicinin takip etmesini zorlaştıran döngüsel kurgu tekniği, filmde çok iyi bir şekilde kullanılmış.
Susana, lise öğrencisi ve genç bir anne. Eşi Ramiro, eşinin kardeşi Octavio ve köpekleri Cofi ile birlikte Ramiro’nun annesinin evinde yaşıyor. Kasiyer ve aynı zamanda hırsız olan Ramiro, Susana’ya psikolojik ve fiziksel şiddet uyguluyor. Henüz çiçeği burnunda bir anne olan Susana, tekrar hamile kaldığını öğreniyor ve ne yapacağını bilemeyip durumu Octavio’ya anlatıyor. Ağabeyinin aksine Octavio, Susana’ya ve bebeğine karşı oldukça sevgi dolu ve şefkatli.
Bunu duyduktan sonra cesaret edip Susana’ya hislerini açıyor ve bebeğini de alıp onunla buralardan gidebileceğini söylüyor. Yeterli parayı kazanmak için Cofi’yi köpek dövüşlerine götürmeye başlıyor. Zamanla girdiği bahislerden çok para kazanmaya başlıyor ve kazandığı parayı kaçacakları güne kadar biriktirmesi için Susana’ya veriyor. Bir müddet her şey tıkırında gibi görünse de, filmin devamında Susana’nın da dediği gibi, “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahsetmelisin”.
Octavio ve Susana’nın hikayesinde gerçeklik duygusu çok iyi verilmiş. Ciudad de Mexico’nun tabiri caizse “gettolarında” hayatın nasıl aktığını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. İzlemesi en zor sahnelerden olan köpek dövüşleri ise yine pek çok ülkenin arka sokaklarında rastlanabilecek bir vahşet.
Daniel ve Valeria’nın hikayesi, şehrin burjuva kesimine ait. Octavio’nun çarptığı arabayı kullanan Valeria, Meksika ve Güney Amerika’da oldukça ünlü olan İspanyol bir model. Evli ve iki çocuk babası olan şirket patronu Daniel ile ilişkisi var. Kazadan sonra hastaneden taburcu olup eve geldiğinde köpeği Richie, Valeria ile oynarken parke döşemesindeki deliğe giriyor ve çıkamıyor. Üst üste gelen şeyler, çiftin ilişkisini de olumsuz etkilemeye başlıyor. Eşini Valeria için terk eden Daniel’in ailesine özlem duymaya başladığını ve içten içe duyduğu pişmanlığı görüyoruz.
Evlerine gelen isimsiz aramalar da Valeria’yı huzursuz etmeye başlıyor. Yalnız olduğu bir gün parkeleri teker teker kırarak günlerdir ortalarda görünmeyen köpeğini çıkarmaya çalışıyor. İşten dönen Daniel, Valeria’yı yerde yatar halde buluyor. Dokulara uzun süre boyunca oksijen gitmemesi sonucunda Valeria, kangren olan bacağını kaybediyor. Onun geceyi hastanede geçirdiği akşam, Daniel’in hissettiği suçluluğu ve gitgide büyüyen pişmanlığını, parkeleri paramparça ederek ölmek üzere olan Richie’yi kurtarmasıyla biz de hissediyoruz. İlk hikâyede filizlenen, ikinci bölümle birlikte akıllarda gittikçe büyüyen soru: Büyük umutlarla çıktığımız yollarda bizi bekleyen şey, pişmanlıklardan ibaret midir?
Son hikâyenin baş kahramanı ise Octavio ve Valeria’nın olay mahallinde bulunan El Chivo (Türkçesi “Teke”). Davası uğruna seneler önce eşi ve kızını terk etmiş olan eski bir gerilla. Hapse girip çıktıktan sonra bir viranede köpekleriyle birlikte pek çoğumuzun “sefil” olarak nitelendirebileceği bir hayat yaşamakta. Geçimini ise para karşılığı adam öldürerek sağlıyor, yani bir kiralık katil. Kaza mahallinde acıdan kendinden geçmiş Octavio’nun cebindeki son parayı çalan, sonra kimsenin ilgilenmeyip bir köşeye attığı Cofi’yi eve götürüp tedavi eden El Chivo’nun çizdiği genel profile tezat oluşturan, en büyük değerlerlerinden biri, hatta belki de teki: Köpekleri.
Kazadan önce Gustavo adında zengin bir iş adamı, aynı zamanda ortağı olan üvey kardeşini öldürmesi için Chivo’yu kiralıyor. İşi bitirmek için uygun fırsatı bir türlü bulamayan Chivo, bir sabah gazetesini okurken eski eşinin ölüm ilanını görüyor. Bu sahnede Iñárritu, hepimizin afişini nerede görse tanıyacağı “Abre Los Ojos” filmiyle başarılı İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar’a selam gönderdiği de gözlerden kaçmıyor.
En büyük karakter evrimini geçiren kişi Chivo. Emilio Echevarria film boyunca tabiri caizse oyunculuk dersi verdiği için, bu değişimi izlemek daha da keyifli hale gelmiş. Cofi’nin evdeki diğer köpekleri öldürmesinin çok şeyi sembolize ettiğini düşünüyorum. Diğer köpekler kafasındaki pürüzleri, dağılmışlığını temsil ediyor. Cofi, bir nevi bu pürüzleri temizliyor. Silahını çekse de ateş edememesinin sebebi ise köpeklere olan sevgisiyle açıklanamayacak kadar derin: Cofi’nin yarattığı vahşette kendisini görüyor.
Film Chivo ve Cofi’nin, ya da yeni ismiyle Negro’nun (yönetmenin lakabı), arkaları dönük şekilde bir çölde uzaklaşmaları ile bitiyor ve kararan ekranda beliren “Porque tambien somos lo que hemos perdido”, yani “Biz aynı zamanda kaybettiklerimiziz” cümlesi ile boğazınıza bir yumru oturuyor. İnsan hep kazandıklarıyla ve elde ettikleriyle ilgilenir, onlarla anılır, onlarla var olur sanki. Halbuki bu bir bütündür. Bizi biz yapan şeylerden biri de kaybettiklerimizdir, bazen kazandıklarımızdan daha çok iz bırakan o kaybettiklerimiz… Hayatın bu kadar içinden bir filmdi işte Amores Perros.