Filmekimi 2019 filmleri

Filmekimi 2019 Programı | Festivalde Gösterilecek Filmlerin Tam Listesi

4 – 13 Ekim 2019 tarihleri arasında gerçekleşecek olan Filmekimi 2019 programı belli olmaya başlıyor

Filmekimi 2018‘de birbirinden şahane filmlere adeta doymuştuk. Bu sonbaharda da Cannes Film Festivali fırtınasını tekrar estirecek Filmekimi’nde buluşmaya hazır mısınız? İstanbul Kültür Sanat Vakfı‘nın (İKSV) Facebook ve Twitter sayfalarından şimdilik 5 filmi açıklanan Filmekimi programı netleştikçe bu sayfa üzerinden güncel film listesini takip edebilirsiniz.

1- Portrait of a Lady on Fire

portrait of a lady on fire poster

Festivalin programını duyurduğumuz yazımızda, Cannes 2019 ana yarışmasında yer alan, bu yılın en merakla beklediğimiz kuir filmleri arasında, Noémie Merlant, Adèle Haenel ve Valeria Golino gibi isimlerden oluşan oyuncu kadrosuyla Céline Sciamma‘nın tarihsel draması Portrait of a Lady on Fire‘ın da yer aldığından bahsetmiştik. Konusu kısaca şöyle:

Fransa, Brittany, 1760. Bir ressam olan Marianne, manastırı yeni terk eden genç bir bayan olan Héloïse’nin düğün portresini yapmak için görevlendirilir. 

Héloïse isteksiz bir gelin adayıdır ve Marianne onun haberi olmadan Héloïse’yi resmetmek zorundadır.

19 Mayıs’taki Grand Théâtre Lumière galasına basın olarak girmeyi başardığımız Portrait de la jeune fille en feu, festivalin en iyi filmlerinden biriydi ve yaklaşık on dakika boyunca ayakta alkışlandı. Cannes 2019’da Queer Palm ve En İyi Senaryo ödüllerini toplayan Portrait of a Lady on Fire’ı izleyiniz. İnceleme yazımıza da buradan ulaşabilirsiniz.

2- The Wild Goose Lake

The Wild Goose Lake

Basın gösterimi kuyruğunda 2 saat bekleyip giremediğimiz Cannes filmlerinden biriydi.

Sonunda ailesini ve yol boyunca karşılaştığı kadını kurtarmak için kendisini feda eden bir gangsterin hikayesi.

3- Little Joe

little joe cannes 2019

Festivalin programını duyurduğumuz yazımızda, bu yılın en merakla beklediğimiz filmleri arasında, Emily Beecham, Ben Whishaw, Leanne Best, Lindsay Duncan gibi isimlerden oluşan oyuncu kadrosuyla Jessica Hausner‘ın bilimkurgusu Little Joe‘nun da yer aldığından bahsetmiştik. İlk kez katıldığımız Cannes Film Festivali’nde, ilk izleyebildiğimiz filmlerden biri oldu aynı zamanda. Konusu kısaca şöyle:

Bekar bir anne olan Alice, yeni türler geliştirmekle uğraşan bir şirkette kıdemli bir bitki yetiştiricisidir. Sadece güzelliği ile değil aynı zamanda terapötik değeriyle de dikkat çeken çok özel bir kızıl çiçeği tasarlar:

İdeal sıcaklıkta tutulursa, düzgün beslenir ve düzenli olarak konuşulursa, bu bitki sahibini mutlu etmektedir.

Şirket politikasına karşı, Alice, genç oğlu Joe için eve bir tanesini hediye olarak getirir. “Küçük Joe” yu vaftiz ederler, ancak büyüdükçe, takma adı kadar zararsız olamayacağına dair şüpheler artar.

4- Matthias & Maxime

matthias et maxime

Xavier Dolan, bir türlü görücüye çıkamayan 2018 filmi The Death and Life of John F. Donovan’dan sonra Matthias & Maxime ile festival sahalarına geri dönüyor. Otuzlu yaşlarına yaklaşan en iyi iki çocukluk arkadaşı olan Matt ve Max, Max’in iki yıllık bir yolculuğa çıkmasını kutlamak için bir partiye gider.

Planlanmamış bir öpücük her şeyi sorgulamaya itecektir.

5- And Then We Danced

and then we danced

Merab, dans partneri Mary ile birlikte Gürcü Topluluğu’nda genç yaştan itibaren eğitim görmektedir.

Kaygısız, karizmatik bir genç geldiğinde dünyası altüst olur ve en büyük rakibi ve arzusu haline gelir.

Bu sene Cannes Film Festivali‘nde Queer Palm kategorisinde yarışan Levan Akin filmi, festivalin en çok ses getiren ve alkışlananlarından biri oldu. Merakla bekliyoruz.

6- Pain and Glory

Pain and Glory

Pain and Glory, fiziksel olarak düşüşte olan bir film yönetmeni olan Salvador Mallo’nun (Antonio Banderas) yaşadığı bir dizi rastlantısını anlatıyor. Bazıları gerçekte, bazıları anılarında: 60’lardaki çocukluğunu, ebeveynleriyle Valencia’da bir köye göçünü, refah arayışını, ilk arzusunu, 80’lerin Madrid’inde ilk yetişkin aşkını izleriz. Film, eski tatlarını özlediğimiz usta yönetmen Pedro Almodóvar’ın 36. filmi ve aynı zamanda, 2016 yapımı Julieta’dan sonra otobiyografisiyle suskunluğunu bozma vesilesi.

7- Parasite (Gisaengchung)

Parasite

Her bireyi işsiz olan Ki-taek’in ailesi, geçimleri için etraflarındaki parklara özel bir ilgi gösterirler – ta ki beklenmedik bir olaya bulaşana kadar.

Memories of Murder, The Host, Snowpiercer ve Okja filmlerinden hatırladığımız sıradışı yönetmen Joon-ho Bong’u iki sene aradan sonra tekrar Cannes’da izlediğimiz, Filmekimi’nin en çok beklenen filmlerinden biri. Üstelik Altın Palmiye ödüllü!

8- Liberte

liberte

Fransız Devrimi’nden kısa bir süre önce, Potsdam ve Berlin arasında bir yerde, bir grup Fransız özgürlükçüsü, yeni ve ultra muhafazakar Louis XVI hükümetinden kaçar. Daha sonra efsanevi Alman düşünür ve baştan çıkarıcı Duc de Walchen (Helmut Berger) ile buluşurlar. İkiyüzlü bir erdem rejimi tarafından yönetilen bir ülkede, bu grubun misyonu kurnaz Duchesse de Valselay (Ingrid Caven) önderliğinde, Almanya’ya ahlaki sınırların ve otoritelerin reddine dayanan bir felsefe olan hovardalığı ihraç etmektir.

9- Jeanne

Jeanne

Bruno Dumont, 2017’de Jan Dark’ın çocukluğunu anlatan “Jeanette” ile başladığı müzikal söylence dizisine 2019’da JEANNE ile nokta koyuyor.

Cannes’da Belirli Bir Bakış Bölümü’nde Jüri Özel Mansiyonu kazanan JEANNE, önceki filmin kaldığı yerden devam ediyor ve ergen yaşlardaki Jeanne d’Arc’ın İngilizlere karşı savaştıktan sonra kâfirlik suçlamasıyla yargılanışını anlatıyor.

10- Zombi Child

zombi child

Bertrand Bonello’nun yönettiği ZOMBI CHILD, 1962’de Haiti’de tarlalarda başlıyor, 55 yıl sonra Paris’te prestijli bir yatılı okulda devam ediyor. Öldükten sonra dirilen Haitili köle Clairvius Narcisse’in “gerçek hayat öyküsünden” esinlenen ZOMBI CHILD, ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yaptı. Yönetmen Bertrand Bonello’yu “Saint Laurent” ve “Nocturama” filmlerinden tanıyoruz.

11- First Love

first love 2019

Sinemanın en aşırı, en ele avuca sığmaz isimlerinden Takashi Miike’nin yönettiği 90. film FIRST LOVE tek bir gece boyunca Tokyo’da geçiyor. FIRST LOVE, bahtsız bir boksörün hayatının aşkı olan masum bir telekızla karşılaşmasını ve kötü adamlarca kovalanmalarını anlatıyor. Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterilen bu “ucuz roman” akıl almaz cinayetler, hayaletler, animasyon bölümlerle çok hareketli, çok eğlenceli ve çok kanlı.

12- Bacurau

Bacurau

Kleber Mendonça Filho ve Juliano Dornelles’in yönettiği BACURAU, Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazandı, Münih’te En İyi Film seçildi. Yakın bir gelecekte, Brezilya kırsalında geçen gizemli ve gerilimli BACURAU’da anaerkil düzene alışmış bir köy halkı, köylerinin resmi haritalardan silinmiş olduğunu fark ediyor.

Türler arasında gezinen BACURAU’nun anlatıcısı, Batılı belgeselci rolünü üstlenen kült oyuncu Udo Kier. BACURAU’nun yönetmenlerinden Kleber Mendonça Filho’yu Aquarius ve Komşu Sesler filmlerinden tanıyoruz.

13- Monos

monos 2019

Dağlık bir bölgede, çocukça oyunlar oynayan silahlı bir grup ergen genç, bir kadını rehine tutuyor. Askeri düzenleri beklenmedik bir olayla bozulan sekiz çocuğu izleyen MONOS, kendi kurallarını ve kendi isyanını yaratan anlatısıyla, başından sonuna diken üstünde izleniyor.

Alejandro Landres’ın yönettiği, Sundance’te Dramatik kategoride Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Transilvanya’da En İyi Film seçilen karanlık ve tuhaf gerilim MONOS, sıkça Sineklerin Tanrısı ve Kıyamet filmleriyle karşılaştırılarak övülüyor.

14- ALICE AND THE MAYOR

Hem düşündüren hem güldüren bu politik komedi, La Fontaine’in “Kurt ile Köpek” fablından esinlenerek birbirine zıt iki ana karakter etrafında kurulmuş. Lyon Belediye Başkanı Paul Théraneau, meslekte ve siyasette geçirdiği 30 yılın ardından artık iyi fikirler geliştiremediğini fark eder. Bu “varoluşsal mesele”yi halledebilmek için felsefe mezunu genç, akıllı, parlak Alice’i danışman olarak işe alır. Kendine bir misyon yükleyen ama derinlemesine düşünmeyen Paul ile çokça düşünen ama hayatta bir amacı olmayan Alice hep çatışacak ama sonuçta iyi fikirler üretecektir. Bir yandan nesiller arasındaki uçurumları gülümseterek inceleyen bu tatlı film, bir yandan da siyasette düşüncenin yerini ve gücün ağırlığını sorguluyor.

15- MADRE

Oğlu 10 yıl önce kaybolan Elena, şimdi aynı sahilde bir lokanta açmıştır. Tam da kayıp ve yas hissinden sıyrılmak üzere olduğunu hissederken oğluna çok benzettiği bir gençle tanışır ve ikisinin de hayatları alt üst olur. Anne bir sevgi filmi; bir annenin oğluna duyduğu, yaşam boyu süren bir sevginin filmi. Oğluna veda edemeyen ve şimdi bunu yapmaya hazır olan bir annenin filmi. Yönetmen Sorogoyen Oscar kazanan kendi kısa filminden uyarladığı duygusal dram Anne’yi “karanlıktan aydınlığa, ölümden yaşama, suçluluktan bağışlanmaya doğru bir yolculuk” olarak tanımlıyor.

16- OUR MOTHERS

Belçika’nın Oscar adayı seçilen film, Guatemala’da 200.000’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan ve günümüzde bile çok iyi bilinmeyen iç savaşın acılarını ve karanlıkta kalan alanlarını sinemaya aktarıyor. Askeri cunta sırasında militan olan babasının kayboluşundan esinlenen yönetmen César Díaz, 2018’de cuntacıların yargılanmasıyla başlayan filminde kendi aile geçmişini araştıran bir antropoloğun hikâyesini anlatıyor. Filmde görülen “anlatıcı anneler”, Guatemala kültüründe hâlâ geçerliliğini ve etkilerini yitirmeyen sözlü tarih anlatıcıları, ülkenin gerçek hafızaları.

17- THE FATHER

Ders ve Kol Saati filmlerini İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz yönetmen ikili Kristina Grozeva ile Petar Valchanov, son filmlerinde kayıp ve aile bağları olgularına absürd bir anlayışla göz atıyorlar. Filmin sürekli birbirleriyle didişen iki kahramanı var: Vassil ve oğlu Pavel. Pavel’in annesi hayatını kaybeder, buna rağmen öte dünyadan komşularını sürekli telefonla aradığı ortaya çıkar. Doğaüstü olaylara zaafı olan Vassil, çok meşhur bir medyumla randevu ayarlayınca ayakları yere basan Pavel’in, babasına bu yolculukta eşlik etmekten başka şansı kalmaz.

18- A WHITE WHITE DAY

Vinterbrødre / Kış Kardeşleri filmiyle İstanbul Film Festivali’ne katılan Hlynur Pálmason’un dünya prömiyerini Cannes’da yapan son filmi, yine çarpıcı bir aile dramı anlatıyor. İzlanda’da ücra bir kasabanın polis komiseri, kasaba ahalisinden bir adamı iki yıl önce eşiyle ilişki kurmakla suçlar. Saplantısı derinleşirken adamın gerçeklikle bağlantısı kopar ve hem sevdiklerine hem kendine zarar vermeye başlar. Keder, yas, delilik ve koşulsuz sevgiye dair bu güçlü ve sert film, özellikle çarpıcı kar manzaraları ve oyuncularının performanslarıyla dikkat çekiyor.

19- THE PAINTED BIRD

Trajik bir şekilde kendi hayatına son veren Jerzy Kosinski’nin tartışmalar yaratan tanınmış romanı Boyalı Kuş’un ilk sinema uyarlaması dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptı. Boyalı Kuş, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru çorak, ilkel Doğu Avrupa’da bir yerde, yalnız bir çocuğu izliyor. Kimsesiz kalan Çocuk köyden köye çiftlikten çiftliğe geçiyor; cahil, hoşgörüsüz, acımasız sivil ve askerlerle karşılaşacağı sonu belirsiz bir yolculuk sürdürüyor. 35mm sinemaskop çekilen siyah-beyaz film, klişeler kadar melodramdan ve duygusal yönlendirmelerden de kaçınarak savaşın dehşetini insan ve doğa manzaralarıyla kahramanı Çocuk’un gözlerinden tarafsız kalarak aktarıyor.

20- IT MUST BE HEAVEN

Şair Mahmud Derviş’in “Nereye uçar kuşlar, son gökten sonra?” sorusunu Filistin’in en tanınmış yönetmenlerinden Elia Suleiman da son filminde ES adındaki (ve kendi canlandırdığı) başkarakteri aracılığıyla soruyor. Alternatif bir vatan arayışıyla Filistin’den kaçan ES, Filistin’in hep peşinden geldiğini fark eder. Yeni bir yaşam vaadi, bir yanlışlıklar komedisine dönüşmüştür; Paris’ten New York’a, nereye, ne kadar uzağa giderse gitsin, her şey bir şekilde kendisine anavatanını hatırlatır. Filistin’in Oscar adayı ulus, kimlik ve aidiyet kavramlarına değinen komik bir destan.

21- WITCH TRILOGY 13+

İlk uzun metrajlı filmi Kaygı ile tanıdığımız Ceylan Özgün Özçelik’in “Cadı Üçlemesi”nin ilk halkası olan 13+, İstanbul prömiyerini Filmekimi’nde yapıyor. Korku dram türündeki 13+ ilk gösterimini Sitges Fantastik Film Festivali’nde yaptı. Dünyanın dört bir yanında, dans eden tüm cadılara ithaf edilen üçlemenin gelecekte çekilecek diğer filmleriyse orta metrajlı deneysel/belgesel 15+ ve uzun metrajlı fantastik kara komedi 18+.

22- THE STAGGERING GIRL

Büyük sansasyon yaratan Call Me By Your Name ve ardından Suspiria ile Filmekimi’nde yer alan Luca Guadagnino’nun Cannes’da dünya prömiyerini yapan bu en yeni yapıtı, Julianne Moore ve Mia Goth’tan Alba Rochrwacher’e müthiş bir oyuncu kadrosunu bir araya getiren bir kısa film. Görselliğiyle özellikle dikkat çeken filmin esin kaynağı Valentino tasarımı giysiler; Guadagnino da filmin yapımı sırasında House Valentino’nun yaratıcı direktörü Pierpaolo Piccioli’yle işbirliği yaptı. Çağrışımlar ve anılardan yararlanan film bir anneyle kızının ilişkisini Roma’yla New York ve geçmişle günümüz arasında gidip gelerek inceliyor.

23- PREMATURE

On yedi yaşındaki Ayanna, üniversite için ayrılmadan önce Harlem’de geçirdiği son gecede kendinden yaşça büyük, gizemli ve yakışıklı Isaiah ile tanışır. İlk aşk, Ayanna’nın bildiği ve tanıdığı dünyasını kısa sürede alt-üst edecektir. “Siyah Sinema”nın saygın ismi Spike Lee’nin manevi desteğiyle yola çıkan Rashaad Ernesto Green, trans birey hikâyesi anlattığı ilk filmi Gun Hill Road’un ardından çektiği bu duygusal dramda arkadaşlık, aile, aşk gibi evrensel olguları değişen dünyada tek başına ayakta kalabilme eksenine ustaca yerleştiriyor.

24- THE LODGE

Goodnight Mommy / Ölümcül Oyun ile aile gerilimi türüne yepyeni ve son derece ürkütücü bir alan açan yönetmen ikili Veronika Franz ile Severin Fiala, yeni bir aile trajedisiyle beyazperdede. Sundance’te ilk gösterimini yapan film, iki çocuk ve müstakbel üvey annelerinin tipi yüzünden bir dağ kulübesinde mahsur kalışlarını gözlemliyor. Psikolojik gerilimin yavaşça yükselerek tavan yaptığı, beklenmedik sürprizler ve huzursuz edici atmosferiyle aile sırları, belirsizlikler, kindar çocukların yer aldığı, doğaüstüne de göz kırpan, nefes kesici bir gerilim.

25- DEERSKIN

Lastik’ten Yanlış ve Karakol’a komedi filmlerinde gerçekliğin sınırlarını zorlayan Quentin Dupieux, kadrosuna Fransız sinemasının parlak isimlerini de eklediği yeni filminin ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün açılışında yaptı. Filmin tuhaf anti kahramanı, deri ceketini üzerinden hiç çıkarmayan, gayet dengesiz, takıntılı, psikopat Georges. Yeni aldığı ve kendisiyle konuşan deri ceketinin dünyada tek kalmasını isteyen Georges, kolayca deliliğin pençesine teslim oluyor. Sinsi bir kara komedi gibi başlayan Deri Ceket, Georges ve sinema kurgucusu Denise’in el kameralarının da katkısıyla absürt bir snuff cinayet filmine dönüşüyor.

26- DIEGO MARADONA

Senna ve Amy ile övgü toplayan Asif Kapadia’nın yeni filmi Diego Maradona, 10 numaralı formanın daimi sahibi, efsane futbolcu Diego Armando Maradona’nın yaşamını anlatıyor. Film, doğduğu Arjantin’deki gecekondu mahallesinden dünyanın tepesindeki altın tahtına rakipsiz bir süperstarı 1980’lerden başlayıp özellikle Napoli takımındaki yıllarına odaklanarak ele alıyor.

27- THE FAREWELL

Amerika’da yaşayan Billi, Çin’deki babaannesine konulan teşhisin ciddi olduğunu ve çok az zamanı kaldığını öğrenir. Ailesinin ısrar ve tembihlerine karşın Billi, kuzeninin düğünü için ailesinin yanına gider. Böylece babaannesini son bir kez görebilecektir. Lulu Wang’in kendi büyükannesinin hastalığından esinlenerek çektiği The Farewell, ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yaptı. Kahkahası hiç eksik olmayan film, ne duygusallığından ne de incelikli yaklaşımından hiç ödün vermiyor ve muhteşem performanslarıyla yürekleri dağlıyor.

28- THE BEST YEARS OF A LIFE

Claude Lelouch 1966’da dünyayı sarsan kahramanlarıyla yepyeni bir aşk filmine imza atmıştı. “Kendimi hâlâ amatör sayıyorum” diyen usta sinemacının 49. yapıtı, 53 yıl önce Cannes’da Büyük Ödülü kazanan o aşk filminin, Bir Kadın Bir Erkek’in devamı niteliğinde. Cannes’da yarışma dışı gösterilen filmde Fransız sinemasının en sevilen emektar oyuncularından Jean-Louis Trintignant ile Anouk Aimée aynı rollerini yeniden üstleniyor. “Tüm aşk hikâyeleri kötü biter” diyen Aimée ile bir zamanlar âşık olduğu kadını hiç aklından çıkaramayan Trintignant, bize yeniden sevmenin, beklenmedik aşkların yaşının olmadığını hatırlatıyorlar.

29- FRANKIE

Portekiz’in şatolarla dolu kasabası Sintra’da, tek bir günde geçen bu aile dramına adını veren Frankie, ya da gerçek adıyla Françoise, dünyaca ünlü bir oyuncudur. Frankie, çok önemli bir şey açıklayacağını söyleyerek ailesini ve arkadaşlarını ormanlar içindeki bu masalsı kasabaya çağırır. Yaz gecesi ilerlerken eşler, eski eşler, çocukları ve arkadaşları arasındaki gizli ve açık sırlar, arzular, ilişkiler, mesafeler ve pişmanlıklar ortaya çıkar.

30- YOUNG AHMED

Sinemada sosyal gerçekçiliğin öncülerinden Dardenne Kardeşler, Cannes Film Festivali’nde kendilerine En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandıran son filmlerinde Avrupa toplumuna bu kez Belçika’da Müslüman bir ergen üzerinden bakıyor. Henüz 13 yaşındaki Ahmed, ailesinin ve çevresinin telkinlerini yok sayıyor ve birkaç ayda benimsediği radikal görüş ve davranışlarından vazgeçmiyor. Dardenne Kardeşler, daha önce iki kez Altın Palmiye’yi kazanmışlardı.

31- A HIDDEN LIFE

Tree of Life / Hayat Ağacı ve Knight of Cups ile hayatın anlamı üzerine görselliğiyle çarpıcı zihin egzersizleri kuran Terence Malick, son filminde gerçek bir hikâyeyi beyazperdeye yansıtıyor. Film, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafında savaşmayı reddeden ve idam edilen Avusturyalı çiftçi Franz Jägerstätter’in hayatını anlatıyor. “Daha belirgin senaryolarla çalışmaya geri döndüğünü” söyleyen Malick’in Cannes’da dünya prömiyerini yapan filminin çekimleri 2016’da tamamlandı ve hem Michael Nyqvist’in hem de Bruno Ganz’ın rol aldığı son film oldu.

32- GLORIA MUNDI

2017’de La Villa / Deniz Kıyısındaki Ev ile izlediğimiz Robert Guédiguian, yine değişmez oyuncuları eşi Ariane Ascaride ile Gérard Meylan ve Jean-Pierre Darroussin’i oyuncu kadrosuna katarak bir aile dramına imza atıyor. Film, Marsilya’da, yeni doğan bebekleri Gloria’nın getirdiği sevinçle bir araya gelen bir aileyi izliyor.

33- THE INVISIBLE LIFE OF EURÍDICE GUSMÃO

Brezilya’nın Oscar adayı olarak ilan edilen bu duygusal melodram maço kültürün baskın olduğu 1950’lerde, Rio de Janeiro’da baskılar ve önyargıyla mücadele etmek zorunda kalan iki dirayetli kadının hikâyesini anlatıyor: Piyanist olmak isteyen Eurídice ve hakiki aşkı arayan kız kardeşi Guida.

34- THE TRAITOR

İtalya’nın en saygın sinemacılarından, 2010’da İstanbul Film Festivali’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alan Marco Bellocchio, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filminde Sicilya’nın en kötü şöhretli mafya babalarından birinin gerçek hayat hikâyesini sinemaya aktarıyor. “İki dünyanın babası” olarak anılan Tommaso Buscetta 1980’lerin başında Sicilya mafyalarının kanlı hesaplaşmaları sırasında İtalya’dan Brezilya’ya kaçar. Yakalanıp sınır dışı edileceği belli olduğunda Tommaso mafya tarihini kökünden değiştirecek bir karar alır: Sessizlik yeminini bozup mafyanın ilk itirafçısı olmayı göze alacaktır.

35- THE PEANUT BUTTER FALCON

Bu duygusal yol filmi, klasik Amerikan edebiyatının en tanınmış yapıtlarından Hucklebery Finn’in çağdaş ve duygusal bir uyarlaması sayılabilir. Filmin çıkış noktası ise, başrolü Shia LaBeouf ile paylaşan ve kendini canlandıran Down sendromlu Zack Gottsagen. Filmin kahramanı Zak, özel bir bakımevinden kaçar. Amacı, profesyonel Amerikan güreşi eğitimi almaktır. Karşılaştığı kanun kaçağı Tyler’la yol boyu balık tutar, içki içer, sohbet eder, yakınlaşır ve peşlerindekilerden uzak kalmaya çalışırlar. Yüreğiniz ısınacak; ne kahkahalarınıza ne de gözyaşlarınıza hâkim olamayacaksınız.

36- IRIS: A SPACE OPERA BY JUSTICE

Uzay operalarından esinlenen bir canlı konser! İlk gösterimini SXSW Film Festivali’nde yapan Iris, bugüne kadar gerçekleştirilen en muhteşem elektronik müzik konseri olarak tanımlanıyor. Fransız elektronik müzik ikilisi Justice, 2017-2018 “Woman Worldwide” dünya turnelerinin ardından konser kayıtlarını üzerlerinden geçerek aynı adlı bir albüme dönüştürmüştü. Iris, bu şarkıların “boş ve görünmez bir mekânda” olağanüstü bir prodüksiyon kalitesi ve göz alıcı efektlerle yeniden icralarını sinema perdesine taşıyor. Iris, 29 Ağustos’tan bu yana dünyanın farklı şehirlerinde gösteriliyor. Iris’ten hemen önce kamera arkası görüntülerinin yer aldığı kısa bir belgesel gösterilecek.

37- THE WHISTLERS

İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan film, “Ocean’s” serisi usulü kovalamacalar, silahlı çatışmalar, Sapık göndermesi ve femme fatale’i ile soygun filmi türüne yeni bir soluk ve Romanya usulü bir kara film tadı taşıyor. Filmin kahramanı, buraya özgü ıslık dilini öğrenmek için Kanarya Adaları’ndaki La Gomera’ya giden Romanyalı üçkağıtçı polis Cristi; amacıysa çalınan 30 milyon avronun yerini öğrenmek için mafya babası Zsolt’u hapisten kaçırmak. Filmlerinde alışılmadık mizah duygusunu hiç esirgemeyen Corneliu Porumboiu’nun yönettiği, yapımcılığını Toni Erdmann’ın yönetmeni Maren Ade’nin üstlendiği film, Romanya’nın Oscar adayı ilan edildi.

38- DOGS DON’T WEAR PANTS

BDSM dünyasına girerek yasını hafifletmek… Dünya prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümü’nde yapan Köpekler Pantolon Giymez, eşi gözlerinin önünde boğularak hayatını kaybeden Juha’yı izliyor. Aradan yıllar geçmesine rağmen kendini hiç tam anlamıyla toparlayamayan Juha’nın hayatı, tesadüfen “emrine girdiği” sahibe Mona’yla tanışınca tamamen değişiyor. Fiziksel acının kederi aştığı anları kimi zaman gayet mizahi bir yolla konu alan Köpekler Pantolon Giymez, bir yandan siyah lateks kıyafetli fetiş/BDSM dünyasını keşfederken bir yandan da bu dünyanın sıradan insanlarının cinsellik dışındaki ruh hallerine göz atıyor. “Filmimde Billy Wilder’dan bir parça vardır umarım” diyen yönetmen Jukka-Pekka Valkeapää’yı festivalde de gösterilen Muukalainen / Ziyaretçi filmiyle tanıyoru

39- LUCY IN THE SKY

Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan ve gerçek olaylardan esinlenen bu ilginç bilimkurguda astronot Lucy’yi Natalie Portman canlandırıyor. Filme adını veren Lucy Cola, görevi icabı çok uzun süre uzayda kalmıştır. Dünyaya döndüğünde Lucy’nin değişken ruh hali kötülerken kendini kaptırdığı bir diğer astronota düşkünlüğü artar. Reese Whitherspoon’un yapımcıları arasında bulunduğu filmin yönetmeni Fargo, Bones, Legion, The Unusuals dizilerinin senaryo yazarı Noah Hawley.

40- MARIANNE & LEONARD: WORDS OF LOVE

Benzersiz, şarkılara konu olan, ebedi bir aşk… Efsanevi müzisyen Leonard Cohen’in bir dönem sevgilisi, her daim esin perisi, “So Long, Marianne” şarkısına adını veren Marianne Ihlen ile birlikteliği yaklaşık 6 yıl sürse de bir ömre yayılmıştı. 1960’ta Ege’deki Hydra adasında sanatçılar, müzisyenler, yazarların da olduğu bohem bir toplulukta tanışan Leonard ile Marianne, “altın tozuna bulanmıştık” dedikleri o günlerin ardından yollarını ayırmış, 2016’da 4 ay arayla hayatlarını kaybetmişti. İlk gösterimini Sundance’te yapan film çok özel, gün yüzü görmemiş fotoğraf, video ve röportajlar aracılığıyla bu trajik aşkın dönüm noktalarını Cohen’in kariyeriyle birlikte ele alıyor. Yönetmen Nick Broomfield’i The Leader The Driver, Aileen Wurnos, Kurt And Courtney, Biggie and Tupac filmleriyle tanıyoruz.

41- MARRIAGE STORY

Akademi Ödüllü sinemacı Noah Baumbach’in hayata geçirdiği Marriage Story dağılan bir evliliğin ve birlikte kalan bir ailenin dokunaklı ve şefkatli hikayesini konu alıyor. Filmin kadrosunda başrolleri paylaşan Scarlett Johansson ve Adam Driver’ın yanı sıra Laura Dern, Alan Alda ve Ray Liotta yer alıyor.

42- MILES DAVIS: BIRTH OF THE COOL

Bir vizyoner, kategorileri yıkıp geçen bir müzik kâşifi, cool kavramının vücuda gelmiş hali: Miles Davis. ABD’de ayrımcılık döneminde her şeye rağmen yükselerek hayalini gerçekleştiren ve yeni bir müzikal ifade türünün doğuşuna imza atan Miles Davis, deney yapmaktan hiç çekinmeden cazın renklerini ve lirik ifade biçimini hep genişleten eşsiz bir modern Amerikan sanatçısıydı. Efsane müzisyenin kendi biyografisinden yola çıkan ve adını albümünden alan bu belgesel, Davis’in Quincy Jones gibi dostlarıyla ve tarihçilerle yapılmış röportajlar ve daha önce görülmemiş video kayıtlarını da içeriyor, sanatçının aşklarından bağımlılıklarına, yaratıcılığından özgüven eksikliğine bütünlüklü bir portresini çiziyor.

43- HAPPY BIRTHDAY

“Bugün benim doğum günüm ve sadece neşeli şeyler konuşursak sevinirim.” Catherine Deneuve’ün canlandırdığı Andréa, bu mutlu gün vesilesiyle bahçe içindeki evlerinde tüm aile bir araya gelince tek arzusunu işte böyle dile getirir. Oysaki üç yıldır hiç haberini almadığı kızı Claire’in birdenbire ortaya çıkıp sakin ve huzurlu kutlamayla dingin aile dinamiklerini alt üst edeceğinden hiç haberi yoktur. Yönetmen ve ortak senarist Cédric Kahn’ın aynı zamanda kameranın önüne de geçerek başrollerden birini üstlendiği film kahkahalar, gözyaşları, tartışmalar, ortaya saçılan aile sırları, sevgi dolu yakınlaşmalarla bir ailenin 24 saatlik bir portresini çiziyor.

44- NIMIC

İzleyicileri ve hayranlarını sürekli şaşırtan Yorgos Lanthimos, bu kez bir kısa filmle Filmekimi’ne konuk oluyor. Dünya prömiyeri Locarno Film Festivali’nde yapılan Nimic, yine Efthimys Filippou’nun senaryosundan çekildi. Lanthimos’un kısa fantezisi Nimic’te profesyonel bir çellocu, metroda yabancı biriyle karşılaşıyor ve bu karşılaşmanın hayatında beklenmedik sonuçları oluyor. “Kutunun dışına çıkıp biraz düşünmek, uyarıcı fikirlerle uğraşmak hep heyecan veriyor bana.” diyor Yorgos Lanthimos. Lanthimos’un son uzun metrajlı filmi The Favourite / Sarayın Gözdesi, geçen yıl Filmekimi’nin en çok izlenen filmlerinden biri olmuş, 2019’da Olivia Colman’a Oscar kazandırmıştı.

45- NINA WU

Tayvanlı bağımsız sinemacı Midi Z, kara film estetiğini gözalıcı bir sinematografiyle birleştiren son filminde sinema sektöründe kadınların karşılaştığı zorlukları genç bir oyuncu üzerinden ele alıyor. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde ilk gösterimi yapılan filmin senaryosunu ana karakter Nina Wu’yu da canlandıran Wu Ke-Xi, yönetmen Midi Z ile birlikte yazdı. Wu Ke-Xi, Hollywood’dan çıkan #MeToo hareketinden esinlenerek kendi sarsıcı deneyimlerini de senaryoya kattı. Yıllarca küçük roller üstlendikten sonra sinemada ilk büyük çıkışını gerçekleştirmeye çalışan Nina Wu, sonunda başrolü 1960’larda geçen bir casus filminde bulur. Çekimlerin zorluğu, filmin cinsiyetçi yaklaşımı bir yana, yönetmenin psikolojik baskısı aile sorunlarıyla birleşince Nina Wu’nun ruh sağlığı kötülemeye başlar.

46- ON A MAGICAL NIGHT

Tiyatrodan çocuk kitaplarına, sinemadan operaya birçok alanda yaratıcılığıyla parlayan Christophe Honoré, bu kez 20 yıldır evli bir çifte döndürüyor kamerasını. Eşini terk etmeye karar veren Maria fazla uzağa gitmeden, evinin karşısındaki otele, 212 numaralı odaya yerleşiyor. Uzaktan evini, eşini ve (eski) hayatını doğrudan gözlemleme şansını bulan Maria, doğru kararı verip vermediğini sorgulama fırsatı buluyo

47- GUEST OF HONOUR

Atom Egoyan’ın aile dramlarını ne kadar ustalıkla ele aldığını Exotica, Hatırla, Başka Bir Dünya filmleriyle izlemiştik. “Benim yönetmen olarak görevim, insanın karmaşıklığını gösterebilmek” diyen Egoyan, dünya prömiyerini henüz sona eren Venedik Film Festivali’nde yapan film bir baba-kız arasındaki karmaşık ilişkiye odaklanıyor. Lisede öğretmenlik yapan Veronica, okulda işlediği bir suç yüzünden cezaya çarptırılır. Durumu kayıtsızlıkla karşılayan kızının suçsuzluğuna inanan lokanta denetçisi babası Jim, huzursuzluk ve düş kırıklığını kendi işine ve karakterine yansıtmaya başlar.

48- ROGER WATERS: US + THEM

Pink Floyd’un kurucularından, grubun söz yazarı ve yaratıcı gücü Roger Waters, nefes kesici bir ses tasarımıyla göz alıcı bir görsel şöleni bir araya getiren, kaçırılmaması gereken bir sinema etkinliğine imza attı. Waters’ın toplam iki milyon kişiye ulaşan “Us+Them” başlıklı 2017-2018 Avrupa turnesi sırasında Amsterdam’da çekilen filmde, Pink Floyd albümlerinden (The Dark Side of the Moon, The Wall, Animals, Wish You Were Here) ve son albümü Is This The Life We Really Want?’tan parçaların canlı performansları yer alıyor. Waters bu filmde de Roger Waters The Wall filminde birlikte çalıştığı çok yönlü yönetmen Sean Evans’la işbirliği yaparak müzik, insan hakları, özgürlük ve sevgi mesajını kitlelere iletiyor.

49- THE TRUTH

Geçen yıl Altın Palmiye’li filmi Shoplifters / Arakçılar Filmekimi’nde gösterilen Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda yine bir aile dramına imza atıyor, üstelik bu kez başrolleri Catherine Deneuve, Juliette Binoche ve Ethan Hawke’a teslim ediyor. Aile dinamiklerini gözlemlerken oyunculuk mesleğine de şiirsel bir açıdan yaklaşan film, Deneuve’ün harika performansıyla canlandırdığı ünlü bir sinema oyuncusunun, anıları yayımlandıktan sonra kızıyla yeniden bir araya gelişini ve yüzleşmelerini anlatıyor. Karakterlerinin küçük dünyalarını “yalanları, gurur, pişmanlık, hüzün, neşe ve barışma çabalarıyla” gözlemleyen Kore-eda’nın Japonya dışında ve Japonca hariç çektiği bu ilk filmi, 2019 Venedik Film Festivali’nin açılışında gösterildi.

50- SWALLOW

Hamileliğinin ilk aylarındaki Hunter, tehlikeli nesneleri yutma arzusunun gitgide yükseldiğini ve buna karşı koyamadığını fark eder. Hunter bir yandan eşi ve ailesinin gitgide artan denetim ve baskılarını göğüslemeye çalışırken bir yandan da onların desteğiyle takıntısının ardındaki karanlık sırrı açığa çıkarmaya çabalar. Özellikle Hunter’ı canlandıran Haley Bennett’in performansıyla öne çıkan Saplantı, modern dünyanın baskılarına ve beden fetişizmine feminist bir bakış açısı ve gerilim öğeleriyle yaklaşıyor.

51- THE ART OF SELF DEFENSE

Karate dünyasında geçen bu kara komedinin başkahramanı bir gece motosikletli bir çete tarafından kıstırılıp dövülerek soyulan ürkek muhasebeci Casey. Kendini korumak adına mahallesindeki karate dojo’suna yazılan Casey, kısa sürede ilerler ve kendini gösterdikçe dojo ustasının gizemli gece derslerine katılmaya hak kazanır. Maço kültürünü absürt noktalara uçuran alfa erkekler, biraderler, egzersizler, gerçek erkeklikle dolu bu ter kokulu, cesur, sıra dışı komedi “yumruklarla tekme, ayaklarla yumruk atmanın önemini” anlatıyor.

52- SIBYL

Hastasının hikâyesini kendi romanında kullanmak üzere çalan bir terapist, ne kadar ileri gidebilir? Fransa’nın yükselen yıldızlarından Virginie Efira’nın canlandırdığı, filme adını veren psikoterapist Sibyl, takıntı haline getirdiği romanını yazmaya kendini ne kadar verse de yaratıcılığı tıkanmıştır. Planlamadan hamile kaldığı için bunalıma giren bir hastasının anlattıkları Sibyl’in ilgisini çeker ve kadının hikâyesini kendi erotik romanına dahil eder. Annelik, yaratıcılık, birliktelikler, tutku, orta yaş krizi, kişilik, hatta sinema gibi birçok konuya değinen filmin asıl esin kaynağı Woody Allen’ın Başka Bir Kadın filmi. İlk gösterimini Cannes’da ana yarışmada yapan bu ilginç komedi-dramın oyuncu kadrosunda İstanbul Film Festivali’ne yeni konuk olan Gaspard Ulliel de yer alıyor.

53- OH MERCY

Merkezine bir cinayet soruşturmasını yerleştiren bu ilginç polisiye, cinayetin zanlıları olan iki kadını, biri deneyimli biri çaylak iki polisin gözünden izliyor. Sürecin tüm aşamalarını ayrıntılarıyla gözlemleyen film, Fransız toplumunun bir manzarasını çok farklı bir noktadan bakarak çiziyor. Usta yönetmen Arnaud Desplechin’in belgeselci Mosco Boucault’nun 2008 yapımı Roubaix, Merkez Karakol’dan esinlenen yeni filmi, ilk gösterimini Altın Palmiye için yarıştığı Cannes Film Festivali’nde yaptı. Filmin geçtiği Desplechin’in memleketi Roubaix, Belçika sınırında yer alan, suç oranının hayli yüksek olduğu bir işçi kasabası.

54- BABYTEETH

Milla’nın yeni aşkı başta ailesi olmak üzere herkesi telaşlandırır. Çünkü Milla daha 15 yaşındadır, kanser hastasıdır, üstelik sevgilisi ondan yaşça büyük, yüzünde bile dövmeleri olan, evsiz bir torbacıdır. Her şey felakete doğru mu sürüklenecek yoksa güleç yüzlü Milla yaşama tutkusunu çevresindekilere de aşılayabilecek midir? Avustralyalı tiyatro ve televizyon yönetmeni Shannon Murphy’nin bu renkli ve enerjik ilk sinema filminde Milla’yı Sharp Objects dizisiyle parlayan ve Küçük Kadınlar’da hatırı sayılır ağırlıkta bir rol üstlenen Eliza Scanlen canlandırıyor. Dizi oyuncusu Toby Wallace ise Venedik’te kazandığı ödülle sinema dünyasına büyük girişini yapıyor.

55- JOJO RABBIT

Thor: Ragnarok gibi mizah dolu aksiyon filmlerinin ustası genç yönetmen Taika Waititi’nin son filmi, çarpıcı yıldız kadrosuyla göz kamaştırdı, tuhaf hikâyesiyle ilgi çektiği kadar tepki de aldı. Dünya prömiyerini henüz tamamlanan Toronto Film Festivali’nde yapan Tavşan Jojo, İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazi iktidarındaki Almanya’da geçiyor. Filmin kahramanı Jojo, tek arkadaşı hayali bir Hitler olan küçük bir çocuk. Jojo annesinin tavan arasında bir Yahudi’yi sakladığını öğrenince kendi ırkçılığıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Filmin en güzel yanlarından biri de Waititi’nin bu hayali Hitler’i canlandırması.

56- SATURDAY FICTION

Benzersiz yıldız Gong Li, Lou Ye’nin son filminde kendi hayatına yakın bir şekilde, çok ünlü, Çinli bir oyuncuyu canlandırıyor. 1941 yılında, Jean Yu, Japon işgali altındaki Şangay’a döner. Amacı eski âşığının sahneye koyduğu bir oyunda rol almak gibi görünse de aslında Müttefikler’e bilgi sızdıran bir çifte ajandır. Yaz Sarayı, Bahar Sarhoşu ve Gizem filmlerini festivalde izlediğimiz Lou Ye’nin Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan son yapıtı, yönetmenin kendi çocukluk anılarından esinlendiği, siyah-beyaz çekimleriyle dramatik etkisini iyice artıran, her anı olasılıklarla dolu bir casus-gerilim filmi.

57- THE LAUNDROMAT

The Laundromat, Çin, Meksika, Afrika ve Karayipler’de Mossack Fonseca’nın üst düzey patronlarına ait sırları ortaya çıkaran gazetecilerin hikâyesini konu alıyor. Yönetmenliğini Oscar Ödüllü Steven Soderbergh’in üstlendiği filmin senaryosu, Scott Z. Burns (The Informant!, The Report) tarafından kaleme alındı. Film Pulitzer ödüllü araştırmacı gazeteci Jake Bernstein’ın Secrecy World adlı kitabından uyarlandı. Ellen Martin (Meryl Streep) huzurlu tatilini yarıda kesip,  mağduru olduğu sigorta dolandırıcılığının arkasındaki gerçekleri bulmak için yola çıkar. Bulduğu ipuçları ise onu dünyanın finans sistemini kendi çıkarları için kullanan Panama’daki iki ortak avukata (Oscar ödüllü Gary Oldman ve Oscar adayı Antonio Banderas) götürür. Son derece şık ve karizmatik olan Jürgen Mossack ve Ramón Fonseca paravan şirketler ve denizaşırı ülkelerde yer alan zenginleri daha da zengin yapma konusunda ustadır. İkili, Ellen’ın başına gelen tatsız olayın ardında yatan vergi kaçakçılığı, rüşvet ve yasadışı olayların nasıl dünyanın yozlaşmış finansal sistemini desteklediğini gözler önüne sermek üzeredir.

58- SORRY WE MISSED YOU

En son 2016’da Ben, Daniel Blake filmini izlediğimiz Loach aynı şehirde, Newcastle’da sözleşmeli çalışanların sıkıntılarından yola çıkıyor ve yine gözyaşlarımızı zorlayacak acı-tatlı bir dramı beyazperdeye aktarıyor. “İşçi sınıfının yönetmeni” olarak birçok başyapıta imza atan Ken Loach, bu kez iki çocuklu bir aileye odaklanıyor. Filmde, telefon app’leri çağında kendi kamyonetini almak isteyen Ricky’nin bu hamlesi, evlere bakıcılığa giden eşi Abby’nin düzenli çalışma hayatını sekteye uğratıyor. Loach’un uzun yıllardır birlikte çalıştığı Paul Laverty’nin senaryosunu yazdığı film, Mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı.

59- VIVARIUM

Without Name ile 2016’da sinemada adını duyuran reklam filmi yönetmeni Lorcan Finnegan, tüyler ürpertici bir hikâyeyle beyazperdeye dönüyor. Filmin bahtsız kahramanları Gemma ve Tom, ilk kez ev sahibi olmak için bir emlakçıyla görüşürler. Ancak ilk baktıkları evde mahsur kalırlar, üstüne üstlük büyütmeleri için kendilerine sevimli fakat tuhaf bir bebek teslim edilir. Aşırı normal görünen ama istemeden kabullenilen banliyö hayatına dair acımasız bir taşlama olan, Alacakaranlık Kuşağı ile Black Mirror arasında bir yerde duran filmini Lorcan Finnegan “gizemli, komik, üzücü ve ürkütücü bir kâbus” olarak tanımlıyor.

60- WASP NETWORK

Geçen yıl Filmekimi’nde Doubles vies / Çifte Hayatlar ile edebiyat dünyasına dalan Olivier Assayas, bu kez soğuk savaşın casus cephesine göz atıyor. 1998’de ABD’de casuslukla suçlanıp yakalanan Küba Beşlisi, Miami’de bir casus şebekesi kurup Castro karşıtlarının arasına sızmış, gerçek kimlikleri yıllarca ortaya çıkmamıştı. İlk gösterimini Venedik Film Festivali’nde yapan bu sürükleyici film, Küba Beşlisi’nin gerçek hikâyesini çarpıcı bir oyuncu kadrosu ve müthiş bir detaycılıkla beyazperdeye yansıtıyor. Filmde Narcos dizisinden Wagner Moura da rol alıyor.

61- THE BURNT ORANGE HERESY

Venedik Film Festivali’nin kapanış filmi Yanık Portakal, akıllara Hitchcock filmlerini getiren, incelikli, seksi ve heyecanlı bir kara film. Filmin karizmatik ve çekici anti-kahramanı, amacına ulaşmak için gözünü bile kırpmadan cinayet işleyebilecek kadar hırslı sanat eleştirmeni James. İtalya’nın Como Gölü civarında bir malikânede James, baştan çıkardığı güzel Amerikalı bir gezginle birlikte bir tabloyu çalmak için uğraşıyor. Yönetmen Giuseppe Capotondi, A Simple Plan romanının yazarı Scott Smith ile birlikte uyarladığı ve Faust’u örnek alan yeni filminde (18 yıl sonra ilk kez kamera önüne geçen) Mick Jagger’ı bile dahil ettiği müthiş bir oyuncu kadrosunu bir araya getiriyor.

62- LA BELLE EPOQUE

Zamanda geriye dönebilsek keşke ve ilk aşkımızla yeniden birlikte olsak. Filmin altmışlı yaşlarını geçen başkarakteri Victor, işte böyle bir fırsata denk geliyor. Özel bir firmanın desteğiyle hayatının en anlamlı dönemine, 40 yıl öncesine, hayatının aşkıyla tanıştığı günlere geri dönüyor. Tabii profesyonel bir oyuncu, makyaj, tarihçi ve set ekibinin yardımıyla. Bu tatlı romantik komedi Fransız oyuncu, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve komedyen Nicolas Bedos’nun ikinci filmi. Cannes Film Festivali’nin bu gizli yıldızı, hem eğlenceli hem düşündürücü hem de duygu dolu.

63- THE ORPHANAGE

1980’lerin Kabil’i… Bollywood meraklısı, sinemaya âşık bir çocuk… İşgal altında bir ülke… Kendi yaşamından da izler taşıyan ikinci filminde genç Afgan sinemacı Shahrbanoo Sadat, Kabil’de sinemada bilet kesen bir çocuğun polis tarafından Sovyetlerin işlettiği bir yetimhaneye götürülmesiyle gelişen olayları anlatıyor. Afganistan’ı hiç bilmediğimiz, tahmin etmediğimiz bir yönüyle üstelik Bollywood mizansenleri ve müzikleriyle ele alan film, ilk gösterimini Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yaptı. Sadat’ın ilk filmi Kurtla Kuzu 2017’de İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti.

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.