Laurence Olivier’den, hem yönettiği hem de Monroe ile birlikte rol aldığı ”The Prince and the Showgirl” üzerinden Monroe tahlili
Reddit‘te gördüğümüz bu mini röportajı sizler için naçizane çevirmek istedik.
”Çok meraklı küçük bir insandı. Bunun için uygun bir kelime var ama bence her zaman bölünmüş bir kişilik olduğu için çok korkunç geliyor. Onunla ilk tanıştığımda, tanıştığım en büyüleyici şey olduğunu düşündüm. Ve o zamanlar böyle olduğu, sıradan bir hayatta böyle olduğu zaman imkansızdı. İlk buluşmada kesinlikle ona biraz aşık olmamak imkansızdı. Onunla çalışmayı dört gözle bekliyordum çünkü ona çok hayrandım. Bunlar çok esprili aktrisler ve aynı zamanda büyüleyici derecede hoşlardı ve onun gibi biriyle bir film yapmak istiyordum.
Bu benim için çok heyecan verici bir beklentiydi ama ne heyecan verici ne de eğlenceli oldu; ki nedenini daha sonra öğrendim. Her zaman geç kalırdı, ‘her zaman’ geç kalırdı. Bazen saatlerce gecikirdi. Bu açıkçası sadece yaramaz olmak değil, belli ki kronik bir şey. Demek istediğim, ‘sadece bir dakika, bir dakika müsaade istiyorum’ derdi ve gelmesi bir buçuk saat sürerdi. Bu durum çok kötü bir hal aldı ve insanlar ondan oldukça korkmaya başladı. Bir süre sonra, onu arayacak bir asistan kalmazdı. Ve o günlerde kameraman olan Jack Cardiff, o ve ben sırayla onu getirmeye uğraşırdık.
Sunacak çok şeyi vardı, fakat sahip olduğumuz şey ona sunulacak doğru şey değildi. Sadece yedi kelimelik çok basit bir replik söylerken muhteşemdi ve bunu başkasının yapamayacağı şekilde yapabilirdi.
Terence Rattigan (İngiliz oyun yazarı) bir şey yazdı, yazdı; çizgi roman edebiyatını baştan yazdı. Başında, ortasında ve sonunda espri, espri, espri, espri ve en sonunda bir bomba espri yazdı. Bunu inşa etmek zorundaydın, bunu yapmak zorundaydın. Marilyn böyle bir şeyi anlayamadı. New York’ta bir stüdyo okulunun birliği içindeydi ve kafasını her türlü fikirle doldurdu. Gerçekçilikle başa çıkabileceğini sanmıyorum. Ve daha eski günlerde, ekranlara sıçrayarak girdiği günlerde gerçekçilik hakkında hiç düşünmemişti. Gerçekçilik ya da herhangi bir tarz ya da onun gibi bir şey düşünmüyordu. Sadece kendisiydi ve vermek zorunda olduğun şey buydu.
Şimdi, bence bu ‘değerli şey’, onunla büyük konuşan ve ona her türlü entelektüel fikri veren insanlar tarafından şımartılmıştı. O da başa çıkamadı. Denedi, çünkü sonuçta büyük bir entelektüel olan Arthur Miller ile evlendi. Çok acı verici bir şeydi, çok aşağılayıcıydı. Bir insana ne kadar küçük düşürücü davrandığını bilmezdi.
Her nasılsa resmi bütçe dahilinde kalarak filmi bitirdik. Sonunda Marilyn’e bir mesaj yolladım. ‘Marilyn, bak, filmi gördüm; ben üretiyorum ve yönetiyorum ve tamamen mutluyum Marilyn, ama senin için mutlu olmadığımı söylemeliyim. Daha iyisini yapabileceğini biliyorum. Yaparsın yapmazsın, sana kalmış. Gelip görmek istersen, seninle birlikte çekeriz ve sadece iki güne ihtiyacım olur’. ‘Evet, tamam’ dedi ve ‘Çok sevindim’ dedim, ‘Çünkü bunda harika bir başarı göstermeni istiyorum’. Aksi halde tamamen mutluydum ve yönetmen olarak acı çekemeyeceğimi biliyordum.
Bu yüzden kabul etti ve mutlak dehşetim içinde yaptı, ilk sahneyi çekmek bütün sabahını aldı ve hatırlayamadı. New York’ta var olan kutsal bir tür tiyatro bölümlerinden gelen manevi bir rehberi, bir akıl hocası olduğunu hatırlıyorum. ‘Tüm düşünmen gereken Marilyn, Coca-Cola ve Frankie Sinatra’ dediğini duydum.
Sadece görülmek istedi. Manken olması gerekiyordu. Kaderin bir cilvesi olarak güvensiz bir oyuncu oldu.”